Thursday, November 30, 2017

Şiir, şuur, şiar

Şiˁr Arapçanın köklü kavramlarından biri, Kuran öncesinden beri kullanılmış, “belli konvansiyonlara göre vezinle söz söyleme sanatı”. Genel kabule göre şaˁara  (“bilmek, anlamak”) fiilinin bir türeviymiş. O fiilden bildiğimiz diğer kelimeler şuˁūr “bilinç” ve şiˁār “karşılıklı bilme, anlaşma” ve dolayısıyla “konvansiyon, parola”. Ayrıca Arapça maşˁar ve şiˁāra(t) "belgi, anıt, yol işareti" var. Şiˁrā "yol-gösteren yıldızı” yani Sirius. Latince Sirius adı, yıldız adlarının pek çoğu gibi, bir Ortadoğu dilinden alıntı olmalı. (Muhtemelen Fenikecedir, ki o da Aramicenin bir kolu, Arapçayla akraba).
Lakin anlam bağını kurmak kolay değil. Şiir nerede, “bilmek” nerede? Derin bir şuurun ürünü müymüş? Bir tür bilgelik olarak mı görmüşler? Şairler millete yol mu göstermiş? Üretebiliriz birtakım teoriler, ama içimize siner mi bilmem.
Öte yandan bakıyoruz Tevrat İbranicesine, şīr שִׄיר neymiş? “1. Dizi, dizgi, zincir, gerdanlık, 2. manzume, şiir, şarkı”. Mesela Kutsal Kitap’ın eski çevirisinde Neşideler Neşidesi, yenisinde Ezgiler Ezgisi diye çevirdikleri kitabın özgün adı Şīr haŞīrīm, İngilizcesi Song of Songs. Açıkça daha mantıklı bir derivasyon. Şiir nedir? Boncuk gibi dizili sözler, dize, nizam’dan nazım. “Bilinç, bilgelik” vs.den çok daha sade ve makul. Lakin İbranice/Aramice /ş/ Arapçada mutlaka /s/ olur, ayrıca Arapça o kıvrık şeyle gösterdiğimiz ˁayn sesi asla İbranicede kaybolmaz yahut y’ye dönüşmez. Bunları nasıl açıklayacağız? Bir fikrim yok.  
İbranice aynı kökten diğer sözcükler şǝrar “zincirlemek, dizmek”, şarar “zincir”, şarşereth gene bir çeşit zincir. Aa, bildiğimiz silsile değil mi? Arapça silsila(t) “zincir”, teselsül “zincirlenmek, zincirleme olmak”. S/Ş seslerine bitişik konumda L ile R’nin istikrarsızlaşması bütün dillerde tipik bir hadise. Bu dillerin kırk lehçesi varsa yirmisinde SLSL öbür yirmisinde SRSR diyorlardır, eminim.

İki gün sonra
Bu yazıya gelen on yorumdan sekizi, eski kültürlerde şiirle şuurun alakası, varoluşun anlamı, kehanetin kökleri vs. derin mevzulara giriyordu. Sonunda dayanamadım, cevap yazdım.

"Bunların hepsi doğru olabilir. Lakin hiçbir kuvvet, şiirin en düz, en sıradan adının böyle felsefik atraksiyonlardan türediğine beni ikna edemeyecek. Şiir demek öncelikle lafı düzgün bir şekilde art arda dizmek ve tercihan makamla söylemek demek. Yunancasi poiema yani "imalat". Arapça öbür adı nazm, yani "dizmece". Ermenice o anlama gelen iki kelimeden biri ոտանաւոր "ayaklı", öbürü բանաստեղծել "laf dizmece" demek. Araplar niye o kadar fantazi takılsın ki?"

Sunday, November 26, 2017

Peloponnes, Karagöz Adası

Peleponnes diye bir şey yok, Peloponnes var. Πελοπόννησος, yani Pelops'un Adası.
Pelops Πέλοψ "Karagöz" demek, miyop ("kısıkgöz"), hipermetrop ("ölçüsü yüksek göz"), kiklop ("çembergöz"), otopsi ("kendi gözüyle görmek"), sinopsis ("topluca göz atma"), optik ("gözsel") ve sairedeki op'la.
Rivayete göre Anadolu'da Lidya beyinin oğluymuş. Belki de şimdiki adı Dandalaz (Tantalos) olan yöreden, yani Aydın Karacasu ilçesinden gelmiş. (Diğer rivayete göre Paflagonyalı Enet'lerdenmiş, yani Amasra ve Cideros [Cide] tarafından.) Babasıyla hayli kanlı bir vukuattan sonra bu taraflara göçmüş. Sonradan kendi adıyla anılan yarımadanın tüm aşiretlerini birleştirmiş. On iki oğlu, dört damadı ve bir gayrimeşru oğlu vasıtasıyla yarımadanın 16 veya 17 yerleşiminin atası olmuş. Onların birliğinin simgesi olan Olimpiyat oyunlarını tesis etmiş.
Geç Bronz Çağı öncesi (MÖ 2. binyıl başı? daha erken?) Anadolu'dan Yunanistan'a göçler meselesi ilginç bir konu. Yeterince çalışılmış olduğunu sanmıyorum. Oysa bilhassa Anadolu ve Balkanlardaki arkaik yer adları konusunda eminim aydınlatacağı birçok karanlık nokta vardır.

*
On iki oğul, dört kız, bir gayrimeşru oğul hikayesine dikkat edin. Dünyanın hemen her yerinde mitik şecerelerde buna benzer anlatılara rastlarsınız. On iki şehir (veya on iki aşiret) aslen akrabadır, dördü ayrı soydan olup sonradan evlilik yoluyla müttefik olmuştur, biri soysuzdur çok kavga ettik onlarla demek istiyor. Etnogenez - kavimlerin doğuşu - böyle bir şey. Kim bilir ne kadar karmaşık bir olaylar dizisi, psikolojikman herkesi tatmin eden bir ortak anlatıya bağlanmış.

Friday, November 24, 2017

Kuşadası köyleri

Resmi adı Soğucak ama herkes Anya diye bilir, Kuşadası'na yakın köy. Sevimlicene bir yerdi, şimdi etrafı bir örnek sitelere boğuldu. Hatta arkadaşımız rahmetli kitapçı Haluk orada bir kooperatife girmişti, bizi de ikna etmeye çalışmıştı.
Antik çağda Anaía ve Batinêtis Samos devletinin ana karadaki ayağı imiş. Bu yüzden önceleri Milet'le, daha sonra Efes'le birkaç defa çatışmışlar. Anaía belli, Batinêtis meçhul, muhtemelen Davutlar-Güzelçamlı olmalı. [Doğanbey - Tuzburgazı yöresi olabilir mi? Sanmam.]
MÖ 430 küsurda Atinalıların desteklediği demokratik parti Samos'ta iktidarı ele geçirince, oligarşik parti taraftarları Anya'ya göçüp ayrı devlet kurmuşlar. Peloponnes Savaşlarında Sparta safında öbür Samoslulara karşı savaşmışlar. İskender fethinden sonra buralara egemen olan Perdikkas genel af çıkarmış, böylece Anya'dakiler anavatana dönebilmişler.
Yunanca hocamla Samos Tarihi kitabını okuyoruz, oradan bu bilgiler.
*
Güzelçamlı'nın bulabildiğim en eski adı Çanlı, 19. yüzyılda. İslam hukukuna göre İslam ülkesinde kilise çanı yasak olduğundan, ve Osmanlı diyarında öyle bir şeye ancak 1840 veya 50'lerde izin verildiğinden, ismin de geç döneme ait olduğunu tahmin edebiliriz. İslami kulakları tırmalayan bir isim.
1900'lerin başına ait Aydın vilayeti salnamelerinde bir Rum Çamlı, namı diğer Gâvur Çamlı, bir de Türk Çamlı görünüyor. Sanırım ilki bugünkü Güzelçamlı, ikincisi Davutlar olmalı.

Thursday, November 23, 2017

Türkçe tarihi 10: Osmanlı Fransızcası

Erken dönem Franszıca alıntılarda bazı biçimsel özellikler göze çarpar. Örneğin Franszıca sağır +e ile yazılan dişil sözcükler, 19. yy sonlarına dek Türkçede +a sonsesiyle gösterilir. Bu husus, dönemin Fransızca telaffuzunu yansıtır.

batarya, diploma, entrika, forma, isteka, jandarma, kadavra, karamela, kontra, kopya, krema, kumanda, kumpanya, madalya, madama, manevra, marka, mezura, mezura, moda, natura, nota, pırlanta, plaka, politika, posta, romatizma, rondela, tabela, üniforma

Fransızca çift sessizle biten eril sözcüklere Türkçede +o sonsesi eklenir.

banko, bilardo, iskonto, kadastro, kadro, manifesto, parlamento, protesto, tiyatro ( <  banque, billard, escompte, cadastre, cadre, manifeste...)

Dişil +a ve eril +o takıları İtalyancayı andırsa da bu sözcüklerin İtalyancadan alıntı olmaları olasılığı düşüktür. Örneğin alıntı tarihinde İtalya’da parlamento kurumu mevcut değildir; kadastro İtalyancada kullanılmaz; kumanda, manevra, jandarma, üniforma, madalya 19. yy’da Osmanlı ordusunda Fransızlar eliyle girişilen reform çalışmaları çerçevesinde benimsenmiş sözcüklerdir; politika Fransızca olan uluslararası diplomasi dilinden alınmıştır; diploma, moda ve tiyatro kavramlarının Fransız modellerinden aktarım öyküsü ayrıntılı olarak bilinir.

Bu ve buna benzer biçimsel özelliklerden, bazı sözcüklerin Türkçeye aktarılma tarihi yaklaşık olarak kestirilebilir. Mesela dişil sözcüklere +a ekleme alışkanlığının en geç 1860 dolayında sona erdiği anlaşılıyor. Dolayısıyla borsa, nota, entrika, madalya gibi sözcüklerin elimizdeki örnekleri biraz daha geç tarihe de ait olsa gerçekte 1860'tan eski olduklarını kesine yakın bir şekilde söyleyebiliriz. Aynı şekilde, asfalt, kobalt, modern, şans sözcükleri 1860'lardan, hatta 70'lerden eski olamaz, aksi halde halen asfalto, kobalto, moderno ve şanso diyor olurduk. 


İngilizce ile tanışma
19. yy sonuna dek Türkçede kullanılan İngilizce kelimeler 80 dolayındadır. Bunlar arasında buharlı gemi çağının denizcilik terimleri (fayrap, gambot, istimbot, salmastra, tornistan, torpido, transatlantik, uskuna, uskur, yat), mekanik yenilikler (fonograf, kok kömürü, primüs lambası, ray, revolver, roket, şarapnel, telgraf, tren, tramvay, vagon, vinç), Anglo-Amerikan kültürüne özgü kurum ve kavramlar (jüri, miting, pijama, spor, turist) ile, ilginç bir şekilde, alkollü içki kültürüne ilişkin adlar (bar, bitter, cin, panç, rom, viski) önemli bir yer tutar.

Aşağıdaki listede doğrudan doğruya İngilizceden alınmış olup 1901 yılından eski Türkçe metinlerde ve sözlüklerde tespit edebildiğimiz sözcükler gösterilmiştir. İngilizce kökenli olduğu halde Fransızca üzerinden alınmış olması muhtemel olan, ya da İngilizce ve Fransızcada ortak olan kelimeler gösterilmemiştir.

ararot, armonika, banknot, bar, bitter, boks, buldog, bütçe, centilmen, cin “bir içki”, dinozor, dok, dolar, fanila, fayrap, fit “ölçü birimi”, fonograf, galon, gambot, islim/istim, ispiritizma, istimbot, jüri, kanguru, kaşmir, kok, kulüp, leydi, lord, makadam, makrame, maun, mildiyö, miting, panç, panorama, pantograf, pijama, primüs, ray, redingot, revolver, roket, rom, salmastra, sör “beyefendi”, spor, sterlin, stop, stor “perde”, şarapnel, şilin, tartan1, telgraf, tifo, tik “bir ağaç”, tombak, tornistan, torpido, tramvay, transatlantik, tren, tungsten, turist, turmalin, uskuna, uskur, vagon, vinç, viski, yat

Wednesday, November 22, 2017

Türkçe tarihi 9: Türkiye Türkçesinin ilk şairleri

Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün, Mevlana, Sultan Veled, Ahmed Fakih, Yunus Emre, Şeyyad Hamza ve Hoca Dehhani’yi 13. yy Türk edebiyatına örnek olarak gösterdiğini [dünkü yazıda] gördük.
Mesnevi ve Divan müellifi Mevlana’nın a) eserlerini Türkçe değil Farsça yazdığı, b) Türkçe bildiğine dair herhangi bir delil bulunmadığı, c) eserinde Türkçeye değindiği veya Türkçe birkaç ibare aktardığı noktalarda alaycı ve aşağılayıcı bir dil kullandığı bilinen hususlardandır. Dolayısıyla Mevlana’yı hangi anlamda “Türk” edebiyatına ait sayacağımız açık değildir.
Oğlu Sultan Veled’in Farsça Divan’ına dahil olan 15 adet kısmen veya tamamen Türkçe şiiri ile yine aynı yazara ait (Farsça) İbtida-name ve Rebab-name’deki Türkçe beyitler, 1925’te Kilisli Rifat Bey tarafından yayımlanmıştır. Yayına dayanak olan en eski yazma nüsha H 712 (M 1312) tarihli olduğuna ve Sultan Veled genel kabule göre 1320’de vefat ettiğine göre bu manzumeleri 14. yy’ın ilk yıllarına ait en erken TTü metinler arasında saymak yanlış olmaz.
Ahmed Fakih’in Çarhname isimli 88 beyitlik kasidesini Köprülü Eski Anadolu Türkçesinin ilk örneği olarak lanse etmiştir. Mevlana’nın Mesnevi’de sözünü ettiği Ahmet Fakih, Konya sokaklarında ağlayıp haykırarak dolaşan meczup bir derviştir; Mevlana onunla zühd ve takvanın anlamını tartışır. Demek ki Çarhname 13. yy ortalarına ait olmalıdır. Köprülü’nün öğrencisi M. Mansuroğlu eseri bu teori doğrultusunda iyice arkaize ettiği (eskittiği) bir dille yorumlayıp 1956’da yayımlar. 1963’te British Museum’da bulunan bir yazmada şairin başka bir eseri, Kitabu evsafı mesacidi'ş-şerife keşfedilir. Bu eser bir hac rehberidir. Şam, Kudüs, Mekke ve Medine’deki camileri ayrıntılı bir şekilde tarif eder, hacılar için faydalı olabilecek bilgiler verir, okura haccın zorluklarından çekinmemeyi telkin eder.
Sokaklarda yatıp kalkan ve gelip geçene haykıran bir dervişin Türkçenin ilk tüketici-dostu turist rehberini yazmış olması absürt bir düşüncedir. Çağın en popüler ad ve mesleklerinden ikisine sahip olan bir şairin 13. yy’da yaşamış olan derviş Ahmed Fakih olduğunu – elde başka herhangi bir kanıt olmadan – tahmin etmek ise cüretkâr bir hayal gücüne işaret eder.

Yunus Emre vakası, tarihlendirme konusunda hüküm süren kargaşanın mükemmel bir örneğidir.
Yunus Emre veya Aşık Yunus mahlâsıyla yazan şair veya şairlerin hangi tarihte ve nerede yaşadığına dair güvenilir herhangi bir bilgi yoktur. Eldeki yazmaların en erkeni olan Bursa nüshası 15. yy ikinci yarısına, Fatih nüshası “tahminen 15. yy’a”, Nuruosmaniye nüshası 1540 yılına aittir. Köprülü’nün “Selçuklu yazmalarıyla uygunluk arzettiğini” belirterek 13. yy’a zumladığı Karaman nüshasını inceleyen Abdülbaki Gölpınarlı, bu nüshanın 18. asra ait olduğu sonucuna varmıştır.
Anadolu evliyalarının menkıbelerini derleyen en önemli kaynak olan Taşköprülüzade’nin Şakayık-ı Numaniye zeyline göre Yunus Yıldırım Bayezid devrinde (1389-1402), Aşıkpaşazade tarihine göre ise Orhan ve I. Murat (1326-1389) zamanında yaşamıştır. Adnan Erzi tarafından Bayezid Kütüphanesinde bulunduğu iddia edilen bir belgeye göre Yunus Emre 720 = 1320 yılında vefat etmiştir. Tıpkıbasımını hiçbir yerde bulamadığımız bu belgenin niteliği ve güvenilirliği meçhuldür. Buna rağmen Türkiye’de Yunus Emre hakkında yayımlanmış yüzü aşkın akademik yayın (ve onlara istinaden binlerce okul kitabı ve on binlerce internet sayfası), nihai kaynağı sorgulamaksızın, birbirlerine atıfla, bu tarihi şairin ölüm yılı olarak aktarırlar.
Ülkede sayısız Yunus Emre derlemesi yayımlandığı halde, ciddiye alınabilecek nitelikte bir edisyon kritik henüz yoktur. Şair(ler)in bilinen iki eseri olan Divan ve Risaletü’n-Nushiye’nin farklı yazmaları arasında görülen fevkalade içerik farkları belgelenmemiştir. Üslup ve kişilik olarak apayrı iklimlerin eseri olan Divan ile Risale’nin aynı şairin eseri olup olamayacağına dair kayda değer bir tartışma eğer yapılmış ise bilgimiz yoktur.
Divan’ın çeşitli nüshalarında dört yerde anılan mevlānā sözcüğünden hareketle Yunus’un Celaleddin Rumi ile çağdaş olduğu, hatta onunla karşılaştığı ve birlikte zikr ettiği sonucu çıkarılmış, bu görüş binlerce kez tekrarlanarak tartışılmaz bir veri statüsüne kavuşmuştur. Oysa Divan’daki dört örneğin en az ikisinde, mevlānā deyimiyle Mesnevi sahibinin değil, alelumum bir “üstad” ya da “hocamız” kast edildiği açıktır. [Bilenlerden özür dileyerek hatırlatalım ki mevlānā "hocamız" demektir.] Celaleddin adının zikredildiği 396 numaralı şiirde ise bu isim Hz. İbrahim’den başlayarak yirmi küsur İslam ve tasavvuf büyüğü dizisi içinde, tarihi bir şahsiyet olarak anılmıştır. Dört şiirden her birinin Yunus Emre’ye aitliği kuşkuludur; hangi beyitlerin, bugün içyüzüne vakıf olmadığımız tarikat polemikleri gereğince eklenmiş, tahrif edilmiş ya da sözlü aktarımda yanlış hatırlanmış olduklarını bilmek mümkün değildir.
Risale’nin sondan yedinci beytine eklenen 707 (=1307) tarihi, gözü veya nazım duygusu olan herkesin kolayca göreceği üzere, sonradan yapılmış bir ekleme (interpolation) olmalıdır. Bu beytin doğru dürüst bir metin analizi yapılmamış, çeşitli yazmalardaki varyantları (eğer varsa) yayımlanmamıştır.
Özetle Yunus Emre külliyatı hakkında güvenle söyleyebileceklerimiz şundan ibarettir,
  1. Şiirlerin çoğu 15. yy’ın ilk yarısında veya daha önce, bir veya birkaç şair tarafından söylenmiştir.
  2. Risale’nin dili 14. yy’ın ilk çeyreğine ait en erken TTü metinleri andırır; 1300 ila 1330 gibi bir tarihte kaydedilmiş olması mümkündür.
  3. Gelişkin bir şiir diline sahip olan Divan’ın büyük bölümü, 14. yy’ın ortalarından sonraki bir tarihte derlenmiş olmalıdır; ancak bazı şiirler daha sonra, hatta (“Çıkdım erik dalına anda yedim üzümü” mısraıyla başlayan manzume gibi) çok sonra eklenmiş olabilir.
Şeyyad Hamza’yı keşfeden ve Türkoloji dünyasına tanıtan yine Köprülü’dür [Anatolische Dichter der Seldschukenzeit, 1: Şayyād Hamzā, KCsA I/3, 1922], 16. yy tezkirecilerinden Lamiˁī’nin aktardığı müstehcen bir fıkraya istinaden Hamza’nın Nasreddin Hoca ile çağdaş olduğu kanısına varmış, buradan hareketle ve sonsuz bir özgüvenle 13. yy şairleri, dil özellikleri, edebi ve sosyal akımları, milli duyguları, ve “kasabadan kasabaya gezen bir nevi serseri dervişler” olduklarını iddia ettiği şeyyadlar hakkında ansiklopedik denecek mahiyette bilgiler vermiştir. Dehri Dilçin [Şeyyad Hamza: Yusuf ve Zeliha, TDK 1945], Mecdut Mansuroğlu [“Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Başlaması ve Gelişmesi”, İÜEF TDE 1951] ve sayısız diğerleri bu verilerden hareket eder ve üzerine inşa ederler.

1985’te Doerfer ve Adamoviç, ayrı ayrı makalelerde, ilk kez bu görüşleri eleştirerek Şeyyad Hamza’nın 14. veya 15. yy şairlerinden olması gerektiğini ileri sürerler. 1987’de Marmara Ü Türklük Araştırmaları dergisinde yayımlanan makalesinde Metin Akar, Şeyyad Hamza’nın H 749 (M 1348) tarihli olması kuvvetle muhtemel bir şiirine işaret eder. Bu şiirde, 1345-1353 yılları arasında dünyayı kasıp kavuran veba salgınından söz edilmektedir. Nitekim Şeyyad Hamza’nın kızına ait 749 tarihli bir mezar taşı daha 1934 yılında Akşehir’de bulunmuş fakat üzerinde yeterince durulmamıştır.
Şayyād شيّاد Arapça “sıvacı, sıvayıcı” anlamında bir meslek adıdır [Lane 1629, şyd maddesi]. Şairin adı galip ihtimalle Sıvacı Hamza anlamına gelir. Diğer yandan  “deli, divane” anlamında Farsça şeydā شيدا ve bundan alınmış olan Arapça şeyd شيد sözcüğü mevcuttur ve şairin adında belki bir sözcük oyunu, hatta bir yazım ve aktarım hatası olabileceğini düşündürür. Her halükârda Köprülü’nün iddia ettiği gibi ‘derviş’ ve hele ‘bir derviş türü’ anlamına gelen bir şeyyad tabirinin bulunduğuna dair en ufak bir belirti yoktur.
[devamı yok]

[Devamında Aziz Merhan'ın şu makalesini okumanızı öneririm: http://www.tdk.gov.tr/images/Aziz%20MERHAN.pdf]

Lakerda

Bir kere doğal dilde hiçbir kelime bir anekdottan türemez. O yüzden “bir adam varmış, tuzlanmış balığı çok severmiş, bana sevdiğim balığı getirin demiş, o yüzden adı la querida (“sevilen bayan”) olmuş” gibi bir hikâye duyarsan hemen oradan kaç. Uyduruyorlar.

Latince lacertus ve lacerta, telaffuzu /lakerta/, birinci anlamı “kertenkele”, ikinci anlamı glossalarda “σαύρα’ya benzer bir balık, τράχουρος” diye verilen mahluk. Saura Yunancada hem kertenkele, hem istavrit balığıdır. Trachouros da istavritin irice bir çeşidi, sanırım yanında fermuar gibi bir dikişi olanı. Helenistik devir yazarlarından Athenaios’un Deipnosophistai (“Sofra Alimleri”) eserinde ve tabip Galenos külliyatında tarif edilmiş. Bilimsel adı trachurus, İngilizcesi horse mackerel, Türkçesi Fishbase’te karagöz istavrit diye geçiyor.  İtalyancada halen bu balığın adı lacert veya lacierte (/laçerte/) imiş. Ayrıca scombro bastardo da denirmiş, yani piç uskumru.

Kertenkelenin İtalyancası lucertole (/luçertole/), İspanyolca ve Portekizce lagarto, Katalanca ilk hecede nazalleşmeyle llangardaix, Fransızcası lézard. Hiç biri tatmin edici bir ses dönüşümü sunmuyor. En akla yakını İspanyolcası, ama İspanyolcada tipik olan ötümlü /g/ sesinin Türkçeye veya Yunancaya /k/ olarak gelmesi için makul bir sebep göremiyorum. Yunancaya ta eski devirde direkt Latinceden alınmış desek mutlaka kaydı olur, oysa ne Antik çağda ne Ortaçağ Rumcasında böyle bir sözcük görünmüyor. Ancak 1890 küsur tarihli Kamus-ı Rumi’de buldum, Yunanca λακέρδα, karşılığı Türkçe lakerda. Açıklama yok.

Türkçede en erken Kanuni Süleyman dönemine ait bir kanunnamede bulmuşum, ama sayfa no. ve metin örneği almayı ihmal etmişim. Evliya Çelebi’de “mevsiminde uskumrī balığı ve palamida ve alakerda ve fuçida ve kefal...” şeklinde bir balık listesinde geçiyor. Demek ki 17. yy’da henüz “tuzlanmış palamut” anlamında değil, bir balık türünün adı. Başa eklenen ‘a’ o dönemin Türkçesi için tipik, ‘l’ harfiyle kelime başlatmayı sevmiyorlar. 19. yy’da Vefik Paşa لاكرده  için Rumcadır demiş, “altı parmak palamudun tuzlaması” diye tanımlamış.

Türkler Nece Konuşurdu yazısına ek notlar

Dil tarihi dizisinin yedinci yazısı "Türkler Nece Konuşur" epey ilgi doğurdu. Birkaç not ekleyeyim.

Ender olarak, belki ‘ayıp’ fıkralar ya da köylülere has gülünç deyişleri aktarmak, ya da yabancıları ilgilendirmeyen yerel konuları tartışmak için [‘aşağı’ dilde] yazıya baş vurulur.” 
Misal, İsviçre’nin Graubünden/Grisons kantonunda Romantsch dili konuşan dağ halkı. ‘Ciddi’ işler için sadece Almanca kullanıyorlar, öyle ki iç yüzünü bilmezsen İsviçre Almanından farkını anlayamazsın. Kişi adları Almanca. Ama Romançça bir ‘folk’ edebiyatı da var ve 16. yy’dan beri matbu. Anlattıklarına göre ‘çok esprili, çok komik’ imiş. Yerel, hatta aşırı derecede yerel gazete de çıkıyor. Dilin konuşulduğu beş vadide, beş ayrı lehçede çıkarmış gazeteler.
Laz dilinde de durum bunun gibi. Yıllar önce Ardeşen’de bir tanıdık söylemişti, “Lazca anlattığın fıkraların tadı başka hiçbir dilde yok” diye. Lazca yazan yok mu? Var. A) 1980’lerden bu yana değerli bir tanıklık işlevini yerine getirmeye çalışan bir avuç entelektüeldir, B) (tahmin ediyorum) mektup, bakkal pusulası, özel not vb. efemeradır.
13. yy Türkçesi de böyle olmalı diye akıl yürütmekteyim.
*
Şahsen tanık olduğum en aşırı polyglossia vakası Hatay’ın Vakıflı köyü Ermenileri. Kendi aralarında konuştukları Kesap Ermenicesini benim anlamama imkân yok, fiilen ayrı bir dil. Yanısıra “misafir dili” olarak herkes İstanbul Ermenicesi biliyor. Yörenin çarşı pazar ve genel iletişim dili Arapça, Arapçasız yaşamını sürdürmek mümkün değil. Resmi daire ve okul ve televizyon dili Türkçe. Artı, yaşlı kuşak Fransız idaresi altında okulda akıcı Fransızca öğrenmiş.
Jared Diamond’ın The World Until Yesterday’ini defalardır söylüyorum, alın okuyun diye. Orada dünyanın dört yanından örnek verir, ama özellikle Papua Yeni Gine’nin 300 küsur dil konuşan dağlık bölge halkları üzerinde durur. Aşiretler arası evlilik, savaş, müzakere, ticaret, yolculuk gibi konuları berrak ve uyanık bir gözle inceler. Birden fazla dil bilmenin ve ortak bir ticaret diline sahip olmanın önemini daha iyi kavrarsın.
*
Asya kültürlerinde Farsçanın işlevini daha iyi anlamamı sağlayan iki kitaptan söz edeyim.
Biri Zeki Velidi Togan’ın Hatıralar’ı. Zaki Velidof olduğu günlerde dedelerinin ve amcalarının geleneksel Başkırd kültürüyle tanışır, at sırtında gittiği köylerde sohbet meclislerine katılır. Daha sonra Kırgızlar arasında ve Turkestan vilayetindeki Taşkent’te benzeri ortamlarda bulunur. Bu meclislerde Farsça şiir ve gazel okunur, klasik Fars edebiyatı ve tasavvuf teorisi tartışılır, Farsça eski el yazmaları paylaşılır, Fars kültürüne vakıf alimlerin anekdotları anlatılır. 1905 ihtilali öncesi Rusya’dan söz ediyoruz.
Öbürü Vikram Seth’in A Suitable Boy adlı, Bollywood aile dizisi tadındaki romanı. 1950’li yıllarda Hindistan’ın kuzeyinde, Banares ile Patna arasındaki Brahmpur adlı hayali kentte geçer. Eski İslami elit çöküştedir. Hanende Saide Bai’nin evinde toplanıp Urduca fasıl dinlerler, orada geçen Farsça ibarelerin inceliklerini tartışırlar, eski Fars şiirinden nazireler ve mukabeleler söyleyip ölmüş güzellikleri anarlar. Hindu aydınları da bazen (ulusalcı dostlarının şiddetli eleştirisine rağmen) bu meclislere katılıp geçmiş devrin nostaljisini yaşarlar; ölümsüz aşkları, güle aşık bülbülleri, sevgilinin bir kirpiğine destan dizen şairleri, bir gazele karşılık tacını veren hükümdarları anarlar.
Gülşehri’yi ben bu referans çerçevesi içinde okudum. En makulü hiç şüphesiz günlük hayatta Türkçe, “kültürel” platformda Farsça konuştuklarını var saymak. Yüzde doksan dokuz böyle. Fakat aklımın bir köşesini ufak da olsa bir soru kemiriyor. Türkçe sahiden biliyorlar mıydı? Ne malum? Günlük hayatta dil Rumca, edebi sohbette Farsça neden olmasın?
*
Tarih okudukça fark ediyorsun ki geçmiş hakkında bildiğin ya da bildiğini zannettiğin her şey İNŞA ve İMAL edilmiştir. Bir anlatı kurulmuştur. Bazı detaylar es geçilmiş, bazı olgular hoşa gittiği veya işe yaradığı için abartılmış, hatta uydurulmuştur. Tarih anlatısı binlerce defa tekrarlandıkça vurguları değişmiş, bazı ayrıntılar kaynağı hiç sorgulanmadan ön plana çıkarılmış, tahminler yoruma, yorumlar olguya, olgular dogmaya dönüştürülmüştür. Dün akşamki yemeği anlatırken kırk türlü cambazlık yapıyorsun, bin sene önceki imparatorluğu anlatırken neler olur düşün.
Sokaktaki insan sadece anlatıyı bilir, olayların akışını tek düzlemde kavramaya çalışır. Tarih meraklısı için o anlatının inşa ve imal süreci daha ilginçtir. Kim anlatmış, neden anlatmış, neyi amaçlıyormuş? Neyi anlatmamış, neden anlatmamış? Yapılan iş bir sanattır, kimmiş bu sanatçı veya sanatçılar, hangi ekolün dilini kullanmışlar, hangi el becerilerini sergilemişler, kalite ve dürüstlük düzeyleri neymiş? Bunları sorarsan fantastik bir aleme adım atarsın. Anlatılan olayların kendisi arka planda kalır.
Yazmıştım buna benzer bir şeyler daha önce. Buyur bak: http://nisanyan1.blogspot.gr/2017/02/kara-delik-avclar.html
  

Tuesday, November 21, 2017

Türkçe tarihi 8: 13. yy'da Türkçe yazıldı mı?

[Bu yazıların cezaevi koşullarında kısıtlı kaynaklarla  yazılmış notlar olduğunu hatırlatayım. QUOTE diye yazdığım yerde, "tam alıntı elimde değil, meali şöyleydi" diye okuyun. Şimdi Samos'ta arşivim ve kitaplarımın çoğu halâ elimde değil.]

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren Türkiye’nin resmi kurumlarında muteber olan Türkologların birçoğu, kariyerlerinin bir bölümünü 13. ve hatta 12. yy Türkiye Türkçesi örnekleri aramak ve bulamadıkları zaman uydurmakla geçirdiler.
Bu yaklaşımın ilk ve en önemli temsilcisi Prof. Dr. Fuad Köprülü’dür. Köprülü’ye göre Mevlana, Sultan Veled, Ahmed Fakih, Yunus Emre, Şeyyad Hamza, Hoca Dehhani QUOTE [13. yy Türk edebiyatının kurucu figürleridir]. Mecdut Mansuroğlu, Nihad Sami Banarlı, Hasibe Mazıoğlu, Zeynep Korkmaz ve diğerleri bu görüşü eleştirisiz kabul ederek, üzerine bir akademik ve kritik aparat inşa ederler. Ders kitaplarında Köprülü’nün görüşü binlerce kez yinelenerek, tartışılması lüzumsuz ve hatta sakıncalı sayılan bir veriye dönüştürülür.
Türkiye Türkçesinin başlangıcını öne alma çabasında üç tez veya varsayım belirleyici olmuş görünüyor. Her üçü, ciddi bir eleştirel analize direnme ihtimali bulunmayan mantık ve bilgi hatalarıyla maluldür.
1. Köprülü’nün temel kaygısı, Selçuklular döneminde Türklerin yüksek kültürden nasipsiz, bir edebiyat oluşturamamış, ümmi, “cahil”, “göçebe” vb. bir topluluk olduğuna ilişkin yaygın kanıyı gidermektir. Buyurun, mesnevi yazmışlar, divan yazmışlar, demek ki “kültürlü” idiler! Köprülü’nün çeşitli alanlardaki çalışmalarının hemen hepsinde bu temel kaygı kendini hissettirir. Amaç, Türklerin Anadolu’ya özgün bir “milli” kültür getirdiklerini kanıtlamaktır. Bu çaba, yeni cumhuriyetin Emperyal Osmanlı mirasının altında ve ardında milli bir altyapı (substratum) keşfetme arzusuyla uyum içindedir.
Oysa en basit mantıkla görülebilir ki Türklerin Türkçe yazı yazmamış olması yazıyla ilgilenmediklerini, "cahil" vb. olduklarını göstermez. Sadece Türkçe yazmadıklarını gösterir. 11. ila 13. yy’lar, Türk egemenliği altındaki coğrafyada Acem edebiyatının şaşaalı bir Rönesansına tanıklık etmiştir. Üç yüz yıllık bir aradan sonra Yeni Farsça’nın muazzam bir edebi enstrüman olarak yeniden doğuşunu haber veren Firdevsi’nin Şehname’si Türk hakanı Gazneli Mahmud’a ithaf edilmiştir. Sa’di, Attar, Enveri, Genceli Nizami, Ömer Hayyam, Celaleddin Rumi Selçuklu hükümdarları altında ve onlarla dostluk, patronaj, ittifak, kavga vb. ilişkileri içinde yaşamışlardır. Klasik Arap ilim ve edebiyatının parlak eserlerinden birkaçı yine aynı dönemde, Türk siyasi egemenliği altında üretilmiştir: bkz. Gazali, Nasırüddin Tusi vb. Dönemin mimarisinden ve plastik sanatlarından arta kalan örnekler da, ‘ilkel’ ya da ‘göçebe’ sayılacak bir kültüre işaret etmez.
Etnik kökeni Türk olan kişilerin bu kültürel faaliyetten ne kadar pay aldıkları konusunda net bir fikir sahibi değiliz, çünkü dönemin yazarları genellikle etnik kökene ilişkin bilgi vermezler. Ancak, Gazne’de, Semerkand’da, Rey’de, Tebriz’de, Musul’da, Kahire’de, Konya’da, Sivas’ta, Türk egemenlerinin dünya çapında edebi eserler ısmarladıklarını ve en azından bunları okuyacak kadar okuryazar olmaları gerektiğini söyleyebiliriz.

2. Erken döneme ait bazı Türkçe metinlerin kelime dağarcığı ve imla ile sentaksta sergilediği arkaik özellikler, onların, kesin tarihleme yapabildiğimiz 14. yy ortalarına ait eserlerden ‘çok önce’ yazdıklarına delil olarak gösterilmiştir. “Olğa bolğa diyor, demek ki Moğol-öncesi” diye özetlenebilecek akıl yürütme, Ortaçağ Türk filolojisine ilişkin tez ve makalelerin vazgeçilmez repertuvar ögelerindendir.
Bu argüman, dilde değişim hızının sabit olduğunu varsayar. “On şey Kaşgarî gibiyse on sene, yüz şey Kaşgarî gibiyse yüz sene” gibi yanlış bir lineer mantığa dayanır. Oysa siyasi ve kültürel yaşamdaki ani değişimler, bildiğimiz gibi, yazı dilinde kısa sürede “devrim” sayılacak nitelikte değişimlere yol açabilir. Örneğin yazı Türkçesinin 1930 ile 1980 arasındaki evrim hızını kıstas olarak alırsak, lineer mantıkla, Atatürk’ün 1927 tarihli Nutuk’unun bu tarihten birkaç yüz yıl önce yazılmış olduğu sonucuna varmamız gerekir.
Türkçe 14. yy’ın ilk onyıllarında aniden yoğun bir edebi üretim talebiyle karşılaştığında, bazı yazarların, eldeki tek veri olan arkaik modellerden yararlanmış olması pekala mümkün ve doğaldır. Yeni yazı dilinin normları oturdukça bu “çocukluk alışkanlıklarının” bir bölümü hızla terk edilmiş olabilir.

3. Türkiye Türkçesi ile Doğu Türkçesi (“Harezm Türkçesi” ya da "Pre-Çağatay Türkçesi") ve Kuzey Türkçesi (“Kıpçakça”) arasındaki edebî alışverişin 15. yy başlarına dek aktif olarak sürdüğü anlaşılıyor. Erken devir TTü metinlerde “arkaizm” olarak değerlendirilen ve dolayısıyla metnin eskiliğine kanıt olarak sunulan unsurların bir bölümü gerçekte Kıpçak ve Harezm Türkçesi izleridir. Yazar belki doğu veya kuzey ülkelerinden Anadolu’ya göçmüş, ya da, daha güçlü olasılıkla, o ülkelerden gelen bir yazmayı kopyalamış veya kendi ihtiyaçlarına uyarlamıştır.
Mesela Atebetü’l-Hakayık gibi, yazım tarihi ve koşulları hakkında hiçbir sağlıklı bilgiye sahip olmadığımız bir eserin Kutadgu Bilig’e benzer bazı dil özelliklerine sahip olması, bu eserin KB gibi 11. yüzyılda ya da ondan “kısa süre sonra” yazılmış olduğunun kanıtı değildir. Olğa bolğa diyen herkesin Moğol öncesinden kaldığına hükmedilemez. Zira edebiyatta taklit vardır, parodi vardır, uyarlama vardır, hatta edebi sahtecilik de vardır.


Monday, November 20, 2017

Türkçe tarihi 7: "Türkler" nece konuşurdu

İki örnek verelim. 
İlki Kırşehir’deki türbesi halen ziyaret edilen sufi şair ve şeyh Gülşehri'nin Mantıku't-Tayr çevirisi. Gülşehri Feridüddin Attar’ın Farsça klasiğini H 717 (M 1317)’de Türkçeye çevirmiştir. Türkiye Türkçesinin kesinlikle tarihlendirilebilen ilk eseri kanımca budur. [Eleştirel edisyonu: Aziz Merhan, Die 'Vogelgespräche' Gülşehrīs und die Anfänge der türkischen Literatur, Göttingen 2003]
Eserde belirttiğine göre Gülşehri namlı bir tarikat önderi ve tekke sahibidir, çok müridi vardır, evinde her gece “sema” (dinleti? raks?) düzenlenmektedir. H 701 (M 1301) tarihinde Farsça Felekname’yi yazmıştır. Bununla – kendi ifadesine göre – çok ün kazanmış, şairlikte Farsçanın büyük ismi Şirazlı Sa’di ile kıyaslanmıştır. Farsçada başarısını kanıtladıktan sonra şimdi Türk diliyle söylemeye karar verir. Farsçasından geri kalmayan bir başarıya ulaşmayı ümit eder. Bütün ilim ıstılahını (ilmi/tasavvufi terminolojiyi) Türkçede kullanmak suretiyle o güne kadar benzeri görülmemiş bir ustalık sergiler:
Çün Falaknāme düzetdük şāh-vār
Pārisīce taḫt u tācı zar-nigār
Türk dilince daḫı tāzīden latīf
Mantıku’t-Tayr eyledük aŋa harīf
Ben bu türkī defterin çün dürmeyem
Parısīsiy-ile değşürmeyem
Kimse böyle tatlu söz söylemedi
Kimse bundan yéğ kitāb eylemedi
Burada çarpıcı olan husus, yerel üne sahip Kırşehirli bir tarikat önderinin Farsça eser yazması ve bu eserle popüler olmasıdır. Emperyal Osmanlı’nın aksine, 14. yy Kırşehir’i mütevazı bir şehir devletidir. Egzotik dillere meraklı bir saray çevresinin bulunması ihtimali yoktur, ve eser zaten böyle bir çevreye hitap etmemektedir. Şair müritleri olan ve her gece evinde toplantılar düzenleyen, dolayısıyla siyasi etkinliğe sahip biridir. Bundan, 14. yy ilk yıllarında Kırşehir ahalisinin – en azından ikinci dil olarak – Farsça bildiği, Farsça popüler şiire rağbet ettiği, ve – en azından – dini ve edebi sohbette Farsçayı tercih ettiği sonucunu çıkarıyoruz.
Şairin 1317’de, ilerleyen yaşına rağmen Türkçe yazmaya girişmesi kişisel bir hevesin veya geç uyanan bir milli duygunun ürünü olabilir mi? Zayıf olasılıktır. Tekil bir vaka olsa belki olabilirdi. Ancak tam olarak aynı yıllarda, Kütahya ve Tire’den Tebriz’e, Kahire’den Musul’a, Volga boyundan Semerkand’a kadar uzanan bir coğrafyada çok sayıda yazar ve şairin aynı hevese kapılmış ve çok kısa sürede şaşılacak sayıda Türkçe eser üretmiş olmaları, olayda kişisel tercih veya tesadüften başka toplumsal veya siyasi faktörlerin de etkili olabileceğini düşündürür.
Codex Cumanicus
İkinci örnek, bugünkü Ukrayna’da yaşayan Kuman Türklerinin dili hakkında 1303 yılında isimsiz bir İtalyanın yazdığı el kitabıdır. Tek nüshası eskiden Venedik’te (halen Vatikan Kütüphanesinde?) bulunan eseri Macar Türkologu Géza Kun Codex Cumanicus adıyla yayınlamıştır. [Comes Géza Kun, Codex Cumanicus Bibliothecae ad Templum Divi Marci Venetiarum, Budapest 1880.]

Kitabı kaleme alan kişinin dil konularına vakıf ciddi bir araştırmacı olduğu ve muhtemelen siyasi bir misyonla Kuman ülkesinde bulunduğu anlaşılmaktadır. İmlası son derece özenli, kelime seçimleri akılcıdır. Eserini Kuman ülkesiyle ilgilenecek Avrupalı tüccar ve resmi görevlilere yardımcı olmak amacıyla yazmıştır.
Kun edisyonunda metnin 235 sayfa tutan ana gövdesi, konulara göre ayrılmış kelime listelerinden ibarettir. Açıklama kolonu yer yer Latince ile karışık sevimli bir Ortaçağ İtalyancasıyla verilmiş, karşılığında Farsça ve Türkçe eşdeğerler gösterilmiştir. Farsça ve Türkçe fiil çekimlerine ilişkin bir bölüm, Türkçe atasözleri listesi ve bir dizi Katolik duasının Türkçe çevirileri eklenmiştir. Metnin sonunda, muhtemelen Kuzey Avrupalı bir tüccar olan ve fazla eğitimli olmadığı anlaşılan biri eliyle ilave edilmiş Türkçe-Almanca kelime ve deyimler listesi vardır.
Kuman Türklerinin diline ilişkin bir kitapta neden Farsçaya yer verdiğine ilişkin yazar bir açıklama yapmamıştır. Çıkarabileceğimiz en makul sonuç, Karadeniz’in kuzeyindeki Don havzasında yaşayan Kuman Türklerinin 14. yy’ın ilk yıllarında Türkçe ve Farsça iki dilli oldukları, ya da en azından Kuman ülkesinde Fars dilinin bir misyoner-seyyahı ya da ticaret adamını ilgilendirecek denli yaygın kullanımda olduğudur.
Codex Cumanicus’un aktardığı leksikal malzeme üzerinde şu gözlemleri yapabiliyoruz:
1. Türkçe ve Farsça söz hazinesi yüzde yirmiyi bulan bir oranda ortaktır. Bu ortaklıkta, her iki dilde kullanılan Arapça kökenli kelimeler (maymun, layık, ikrar, nakş, nokta, sarraf, ḫaber, hüküm, nimet, attar…) ve Türkçeleşmiş sayılan çok sayıda Farsça kelime (cömard, çarsu, çuwaldus, ḫoros, incir, cigar [ciğer], marwimak [mercimek], rawand, şaftalu, şişa, brinç, bazar…) belirleyici roldedir. Yanısıra daha az sayıda olmak üzere Farsçada kullanılan Türkçe kaynaklı kelimeler de vardır (çerçi, ordu, göbek…).
2. Çok sayıda örnekte ‘Türkçe’ olarak verilen sözcük aslında Farsça kaynaklıdır. ‘Farsça’ başlığı altında ya bir başka Farsça deyim (Fa: hemtā = Tr: çift; Fa: ḫişt = Tr: çirkin; Fa: gulinar = Tr: kiras; Fa: mūm = Tr: çirak) ya da bir Arapça alıntı (Fa: sanaat = Tr: pīşe; Fa: sahrā = Tr: meydān; Fa: haywān = Tr: cānāvar) gösterilmiştir.
3. Bazı Farsça kelimelere karşılık olarak ‘arı Türkçe’ karşılıklar gösterilmiştir: Fa: osta = Tr bilişman; Fa: nardouan (nerdüwan, merdiven) = Tr: ağıngıç; Fa: tawa = Tr: yağlağu; Fa: ustura = Tr: yülüngüç; Fa: hawan (havan) = Tr: töğgüç (döğgüç); Fa: kīsa (kese) = Tr: yancık; Fa: ayna = Tr: gözgü; Fa: digar (diğer) = Tr: özga (özge); Fa: drust (dürüst) = Tr: köni; Fa: dastara (testere) = Tr: biçki; Fa: amrud (armut) = Tr: kertme, Fa: mīva (meyve) = Tr: yemiş. Ancak sözlüğün tümü incelendiğinde, Farsça çoğu sözcüğün aynı rahatlıkla Türkçede de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Örneğin murator karşılığı olarak Türkçe diwar ostası verilmiştir. Benzer örneklerin çoğunda, Türkçe gündelik pratikte hangi seçeneğin (yani Farsça sözcüğün mü, arı Türkçe eşdeğerinin mi) daha sık kullanıldığı hakkında bir fikir edinmek güçtür.
*
Üçüncü örneği maalesef es geçmek zorundayız. [Yenipazar Cezaevinde kullanabildiğim kaynaklar çok kısıtlıydı; bugün Samos’ta da arşivim ve kitaplarımın çoğundan yoksunum. Aradığım kaynak yanılmıyorsam 13., belki 12. yy’a ait bir Bizans yazarı. Tarihçi değil bir tür sosyal yorumcu ya da dedikoducu diye kalmış aklımda. “İstanbul’da yetmiş iki dil konuşulur” tezini örneklemek için Latinden, Rustan, Araptan, Sırptan, Ermeniden birer kalıp cümle aktarıyor. ‘Skythia’lının (yani Don veya Volga tarafından gelenin) cümlesi Türkçe. Yanlış hatırlamıyorsam ‘Kapadokya’ gibi bir isim verdiği ülkeden geleninki – Farsça! Bilen veya bulan olursa makbule geçer.]
Diglossia mı? Türkler nece konuşur?
Saydığımız örnekler, son yıllarda sosyolinguistiğin moda kavramlarından olan diglossia’yı akla getirmektedir.
Yaygın varsayımın aksine, insanoğlunun doğal hali tek-dillilik değildir. Dünyadaki insanların sayısal çoğunluğu, işlev ve statü açısından ayrışmış iki veya daha fazla dilin bir arada kullanıldığı toplumlarda yaşarlar. Bireyler küçük yaştan itibaren bu dilleri öğrenerek büyürler; dillerden herhangi birini ‘yabancı dil’ olarak algılamazlar.
Bir dil genellikle evde ve tarlada konuşulan ‘aşağı’ dildir; kadınlarla, çocuklarla ve ailenin – hizmetkâr, evlatlık, besleme, dul kadın gibi – bağımlılarıyla iletişim ortamıdır. Diğeri kamusal alanda, okulda, dini toplantılarda ve toplu oyunlarda kullanılan ‘yüksek’ dildir. Erkekler çoğu zaman aralarında bu dili konuşmayı tercih ederler; onu iyi bilmeyi bir prestij meselesi olarak görürler. Yabancıların bulunduğu ortamlarda aşağı dilin telaffuz edilmesi ‘ayıp’ ya da ‘tuhaf’ sayılır; çoğu zaman utanma ve gülme duygusu uyandırır. Aşağı dili yüksek dilden kelime ve deyimlerle beslemek olağandır; buna karşılık yüksek dile aşağı dilden alıntılar karıştırmak ‘cahillik’ hatta ‘saygısızlık’ sayılır. Yazı faaliyeti doğal olarak yüksek dilde sürdürülür. Aşağı dilde yazı yazmak, iç çamaşırıyla sokağa çıkmak gibi, usul ve erkâna aykırı bir davranıştır; insanlar böyle bir şey yapsalar dahi sözünü etmekten hoşlanmazlar. Aşağı dilin edebiyatı sözlüdür; türkülerde ve masallarda kendini gösterir. Ender olarak, belki ‘ayıp’ fıkralar ya da köylülere has gülünç deyişleri aktarmak, ya da yabancıları ilgilendirmeyen yerel konuları tartışmak için yazıya baş vurulur.
Günümüzde Sahra-altı Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya halklarının ezici çoğunluğu, iki ya da daha çok dilli sistemlerde yaşamaktadır. Çin halkının yarıdan fazlası ulusal dille karşılıklı anlaşmaya izin vermeyen yerel diller konuşur. Yüzlerce yerel dilin konuşulduğu Endonezya’da, ulusal dil küçük bir başkent eliti dışında herkesin ikinci dilidir. Dünyanın en çarpıcı linguistik haritalarından birine sahip olan Dağıstan’da halk 24 civarındaki yerel dile ilaveten, çarşı dili olarak üç bölgesel dilden birini (Avarca, Darğınca ve Lezgice), üst düzey iletişim dili olarak Rusçayı, ve ayrıca bazen Kumık Türkçesini bilir. İsviçre’nin Romanş halkı eğitim ve edebiyat dili olarak Orta çağlardan beri İsviçre Almancasını kullanırlar.
İran halkının yirmi milyona yakın bölümü özel hayatta Azeri Türkçesi konuşurken, kamusal ve ticari hayatta Farsça kullanırlar, Farsça yazarlar ve Fars dilinde zengin bir edebi yaşam sürdürürler. Tebriz ve Urmiye gibi Batı İran kentlerinde Türkçe bilmeyen hemen hiç kimse olmadığı halde, yazılı Türkçenin izine tesadüf edilmez. Bu durum sadece yasal kısıtlamalarla açıklanamaz. Türkçe konuşan halk Farsçayı da kendi anadili olarak algılamakta ve yazılı iletişimi, okullarda talim edilen bu anadili üzerinden sürdürmeyi doğal saymaktadır.
1070 ile 1300 yılları arasında Anadolu’da Türkçe yazılı üretimin olmayışı böyle bir diglossia vakasının yansıması mıdır? Yani mutfaklarında ve hizmetçi odalarında Türkçe konuşan bir toplum, kültürel üretimini Farsça (ve akademik ve dini konularda Arapça) yapmayı mı tercih etmiştir?
Yoksa daha radikal bir ihtimali değerlendirmeliyiz? Anadolu’da Malazgirt’ten sonraki iki yüz yılda gerçekte hangi dilin konuşulduğunu bilmediğimizi itiraf mı etmeliyiz?
Cevabı tahmin ve hissiyatla verilebilecek sorular değildir bunlar. Edebi ve epigrafik kaynaklardaki ipuçlarını didik didik etmek gerekir; yer ve kişi adlarının derinlemesine incelenmesi gerekir; muhtemelen arkeoloji ve genetikten de yardım istemek gerekir. Burada yapabileceğimiz şey sadece doğru soruları sormaktan ibaret.

Osman Kavala ile Peru'da

Google Earth’ten Piura, Peru diye bak. Maps olmaz, dağları üç boyutlu görmek için Earth lazım. Beş yıl önce son baktığımda çözünürlük çok düşüktü, bir şey anlaşılmıyordu. Şimdi teker teker evlerin bahçesindeki çalıları sayabiliyorsun.

Şimdi kuş uçuşu 120 km doğuda Huancabamba’yı bul. 1981 Ağustos ayının ilk haftasında ilk karım Corinna-Barbara, Osman Kavala, üçümüz dağdaki Kızılderili şifacıları görmek için oraya gittik. Tek ulaşım aracı günde bir tane kalkan açık kasa kamyondu. Sabah kalkar dediler, 12’de ancak yola çıktı, 142 km yolu tam on dört saatte aldı. Sabah ikide vardık.

Yol değişmemiş, otuz yedi sene önce neyse o: iki aracın birbirini geçemeyeceği, toz toprak, çamur batak bir patika. Canchaque’den yukarı tam üç bin metre dikey. Harbi dikey: bak oradaki fotoğraflara, görürsün. Tepede  rakım 3200 metre, hava sıfır dereceydi. Aşağısı tropik ülke, üstümüzde yazlık gömlekle şort, kamyon kasasında az kalsın soğuktan geberiyorduk.

Huancabamba’da o zamanlar tek otel, Sultan Palamut’tan kalma kolonlu avlulu bir handı, Plaza de Armas’ta kilisenin çaprazında, yanılmıyorsam  5°14'18.44"G 79°27'2.62"B olabilir, şimdi kapanmış ya da değişmiş, şehirde üç tane çirkin apartman otel açılmış. Sahibinin kızı Doris Guerrero Guerrero öğretmen sendikasındaydı, sonradan Acción Popular partisinden milletvekili seçildi, iki yıl sonra Lima’da buluştuk, bana epey yol gösterdi.

Huancabamba’dan kuzeye beş altı saat yürüyüşle Guarguar köyü. Şimdi görebildiğim kadarıyla ham da olsa araç yolu açılmış. O zaman ancak yayan ya da katırla gidiliyordu. 2000 metre rakımdan 3150’ye yürümek her babayiğidin harcı değil. Ben ciddi ciddi “beni burada bırakın öleyim” dediğimi hatırlıyorum. Osman’la C-B ittiler, kaktılar, yürüttüler.

Ertesi gün bulutlar içinde üç saat daha yürüyüp Laguna Shimbe,  5° 3'3"G 79°27'44"B. Tamamen büyülü bir yer, sanırım doğal konum açısından dünyanın en çarpıcı köşelerinden biri olmalı. “Buraya ilk gelen beyaz adam biziz” duygusu da cabası.

Orada maruz kaydığımız kılıçlı, akıl bükücü müstahzaratlı ayini Aslanlı Yol’da anlatmıştım. Alın, okuyun.

Yıllar sonra, İngiliz basınında en sevdiğim yazar olan Matthew Parris’in Peru seyahatini anlattığı Inca Cola adlı kitabını okudum. Ne görelim? Aynı sene aynı koşullarda aynı köyleri dolaşmamış mı? Guarguar’da değil ona benzer bir başka köyde kalmış. Benim gözlüğümden görünenleri görmüş, benim anlatabildiğimden daha iyi anlatmış. Çok şeker bir kitap, onu da okuyun.

(Not: Resimler benim değil. http://www.zigeiner.de/?p=1194 adresinde buldum. Alman bir çocuk, benzer şeyler anlatıyor.)

Sunday, November 19, 2017

Türkçe tarihi 6: Yunancadan gelen

Arapça ve Farsçada (Eski) Yunanca alıntılar
Bu kategorideki sözcüklerin bir kısmı İslam-öncesi dönemde Fars ve Arami kültürlerine malolmuş, fakat daha büyük bölümü İslam uygarlığının parlak çağında (9-11. yy) Yunancadan Arapçaya ithal edilmişlerdir. Rum kültürünün tartışmasız olarak üstün sayıldığı alanlar (tıp ve botanik, mekanik, nümizmatik, felsefe), doğal olarak, daha geniş temsil alanı bulmuştur.

Şark dillerindeki Yunan etkisini burada derinlemesine ele alamayacağız, ancak Şark dillerinden Türkçeye alınan Yunan kökenli sözcükleri listelemekle yetineceğiz. Aralarında tarım ürünleri (afyon, fındık, maydanoz, tarhun), mekanik ve teknik yenilikler (defter, erganun, fanus, kapan, kilit, mancınık, usturlap), egzotik ürünler (iksir, pelesenk, safir, tavus, tiryak, topaz, yakut), bilimsel kavramlar (balgam, baytar, cins, esîr, felç, felsefe, heyula, hülya, iklim, kimya, okyanus, safsata), ölçü ve para birimleri (dirhem, kırat, okka, pul) göze çarpar. Abanoz, kefen, tavus gibi birkaç örnekte Yunan dili, eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları ile İslam kültürü arasında köprü rolü oynamıştır.

Bu sözcükler Türkiye Türkçesinin ilk aşamalarında (14.-15. yy) Türkçe yazı diline kabul edilirler. Dolaysız kaynak Farsça ve Arapça olduğu için ‘yüksek kültüre’ ait sayılırlar. Doğrudan Yunanca alıntıların aksine, edebi dilde serbestçe kullanılırlar.

abanoz, afyon, badya, balgam, baytar, beled/belde, bez, bukalemun, burç, cins, coğrafya, defter, dirhem, erganun, esîr [eter], fanus, felç, felsefe/feylesof, fener, ferace, fındık, fırın, firdevs, haraç, hardal, helezon, heyula [Aristoteles felsefesinde materia], hindiba, hoyrat, hülya/malihülya, iblis, iklim, iksir, İncil, kalem, kalıp, kamus, kantar, kanun [yasa], kanun [bir çalgı], kapan [büyük tartı], karnabahar, kasır, kayser, kefen, kerrake, Kıpti, kırat, kırtas, kıstas, kilim, kilit, kimya, kulübe, küme, lağım [kuşatma tüneli], lenger [gemi demiri], mancınık, maydanoz, mendil, mercan, melhem/merhem, musiki, namus, navlun, okka, okyanus, patrik, pelesenk, piyale, pul, ruam, safir, safsata, sandal [nalın], sandık, santur, semender, sınıf, sırat, sim, simya, soytarı, sufi, süleğen, taflan, tarhun, tavla [ahır], tavus, tılsım, tiryak [uyuşturucu], tomar [kitap rulosu], topaz, ustura, usturlap, varta, yakut, zebercet, zevc/zevce, zünnar (102)

Bizans devletinden kalan
Bizans pratiğinden Türkçeye devralınan üst düzey kültür kavramları sayıca çok az olup, tümü Anadolu’nun Türkleşmesinin en erken aşamalarında, her halükârda İstanbul’un 1453’teki fethinden önce benimsenmiştir. Rumca avthéntis (hoca) deyiminden alınan Osmanlı hitap sözü efendi en dikkat çekici olandır. “Uç bölgesi, serhat” anlamına gelen synoria Türkçeye sınır, resmî devlet Latincesinden Bizans bürokrasi diline geçen komérkio (commercium) ise gümrük olarak aktarılmıştır. Yunan kültürünün tipik unsurlarından olan limên (liman) sözcüğü de burada anılabilir.

Rum = köylü, balıkçı, yapı ustası
Anılan istisnalar dışında bugünkü Türkçede yaşamını sürdüren Rumca kaynaklı 350 dolayında sözcüğün hemen hepsinin gündelik hayata, tarım ve balıkçılığa ve çeşitli sanat kollarına ait somut nesne, alet ve malzeme isimleri olması dikkati çeker. Bir tek belki sıra sözcüğü dışında, Rumcadan üst düzey soyut kavramlar alınmamıştır. Demet, kambur, loğusa, falaka ve salya gibi dört-beş sözcük dışındakilerin tümü, spesifik sanat ve meslek dallarına ve ev yaşamına ait düşük prestijli kültür kavramlarıdır.

Tarım, bu listede tahmin edileceğinden daha önemli bir yer tutar:

Tarım terimleri: anadut, dirgen, düven, evlek, fışkı [hayvan dışkısı], fidan, fide, filiz, fol/folluk, gübre, herek, hoyrat [köylü], ırgat,  kirizma, külüstür [domuz ahırı], kümes, mandal [tarla seti], mandıra, mil [alüvyon], nadas, nodul, pirina [zeytin çekirdeği], tırpan, üvendire (24)

Sayılanlar tarımsal yaşamdan genel dile az ya da çok nüfuz etmiş olan sözcüklerdir. Yerel ağızlarda bundan çok daha fazlası bulunabilir. Türk Dil Kurumu’nun Derleme Sözlüğü’nde Fırat’ın batısındaki illerden derlenen tarımsal terimlerin önemli bir bölümünün Rumca kaynaklı olduğu görülmektedir.

Tarımsal ürünler, ağaç ve kuş adları ve özellikle yaban otları alanında Rumca etkisi belirgindir:

Bitkiler, bitki ürünleri: ahlat, anason, araka, barsama, bezelye, biber, defne, domates, eğir, enginar, fasulye, fesleğen, fiğ, kenevir, kestane, funda, gebere, gerdeme, güren [kızılcık], ıhlamur, kantaron, karpuz, katran ağacı, kimyon, kiraz, kokina, kokoroz [mısır], köknar, küner, labada, lahana, mantar, marul, maydanoz, melisa, mersin [bitki], mezdeke [sakız], muşmula, mürver, ökse, palamut [meşe meyvesi], papatya, patates, pelit, pırasa, pırnal, radika, reçine, roka, terementi, tirfil

Hayvanlar: engerek, florya [kuş türü], iskete, ispinoz, kukumav, salyangoz, tahta kurusu [ < kurus].

Deniz balıkları ile diğer deniz mahsullerinin hemen hepsinin adları Rumcadan alınmıştır. Balıkçılık ve denizciliğe ait terimlerde de Rumca katkısı önemlidir.

Deniz ürünleri: ahtapot, akya, aterina, barbunya, çağanoz, çırçır, çinakop, çipura, çiroz, fangri, fok, hamsi, hani, horozbina, ıstakoz, iskorpit, ispari, istavrit, istiridye, istrongilos, izmarit, kalamar, karides, kefal, kerevit, kofana, koloridya, kolyoz, lahos, lakerda, lapin, levrek, likorinoz, lipari, lipsos, lüfer, melanurya, mırmır, mersin, midye, minakop, morina, orfoz, orkinos, palamut, papalina, pavurya, pünez [deniz kabuklusu], sardalye, sargos, sinarit, sübye [mürekkep balığı], sünger, tekir, tirsi, torik, trakonya, uskumru, vatoz,  vonoz, zargana (61)

Balıkçılık, denizcilik: anafor, babafingo, bodoslama, bucurgat, dümen, filika, halat, harita, ığrıp, ıskarmoz, kalafat, kangal [ip], kepez [denizde tek kaya], kerteriz, körfez, küpeşte, liman,  livar, lodos, lombar/lomboz, longoz, mendirek, moloz [dalgakıran], palamar, poyraz, safra [denge ağırlığı], sırtı, sütliman, şamandıra, tirhandil, voli, yakamoz, yalı, yeke, zoka (35)

Yapı tekniği ve ev mimarisi alanında Ermenice kaynaklı üç veya dört kelimeye karşılık, Rumca sözcük sayısı genel dilde yirmiyi, özel terminolojide birkaç düzineyi bulur. Ayrıca ev ve giyim eşyası, hayvan donanımı ve silah tekniği, yiyecek ve içecekler alanında Rumca önemli bir kaynaktır.

Yapı tekniği: avlu, balyoz/varyoz [büyük çekiç], düver, gönye, kiler, kiremit, küfeki taşı, mağaza, marangoz, mengene, musandıra, serander, sistre, takoz, temel, tonoz, tuğla, vernik

Ev ve giyim eşyası: anahtar, asfalya [sigorta], cımbız, çotra, fıçı, fırça, gerdel, güderi, güğüm, huni, ızgara, iskemle, karafaki, kavanoz, kavata, kelter, kerata [ayakkabı çekeceği], kerevet, kilit, kola [nişasta], kuka, kukla, kupa, kurna, kutu, leğen, mandal, oya, öreke, patik, prostela, savan [yatak örtüsü], sırma, somun, şırınga, takunya, üsküf (35)

Yiyecek ve içecek: duziko, bazlama?, fava, kokoreç?, papara, peksimet, pide, pilaki, rafadan, somun [ekmek], uzo

Hayvan donanımı, silah: gem, gönder, kundak [tüfek sapı], namlu, semer

Rum kültürüne ve yaşam tarzına ilişkin egzotik terimler özellikle dini kültür ve müzik/raks alanında yoğunlaşır. İlk grup Türkçede yüzlerce yıllık geçmişe sahip iken, ikinci gruptaki sözcüklerin (horon/hora haricinde) tümünün 20. yy’da alıntılanmış olması dikkat çekicidir.

Dini kültür terimleri: aforoz, ayazma, despot, diyakoz, drahoma, ekserhane, Hıristiyan, istavroz, kilise, manastır, metropolit, ortodoks, papaz, paskalya, piskopos, vaftiz, yortu

Müzik ve raks: buzuki, hora, horon, rebetiko, sirtaki, sirto, taverna

Nihayet İstanbul külhanbeyi argosunda, özellikle 19. yy ikinci yarısı ile 20. yy ilk yarısında Rumcanın adeta egemen konuma sahip olduğu görülür.

Argo: afili, aftos, angarya, barba, erkete, fasarya, fos çıkmak, kerata [şeytan], ketenpere, kıtıpiyos, kitakse, kodes,  kofti, kopil, madara, mandepsiye basmak, mastor, matiz, mavra, metazori, metelik, nato kafa, palikarya, pandik, paspal, saloz, zifos, zom olmak, zonta, zoraki, zula (31)

Saturday, November 18, 2017

Türkçe tarihi 5: Orta Asya'dan kalan


Kapsam
Eski Asya Türkçesinin (ETü) en kapsamlı yazılı belgesi olan Divan-i Lugat-i Türk (DLT) yaklaşık 7500 Türkçe sözcük içerir.  
Bunlar, 11. yy’ın ikinci yarısında Türkçe yazı dilinde kullanılan vokabülerin tamamı değildir. Çünkü Kaşgarî sadece köken bakımından Türkçe olduğunu düşündüğü sözcüklerle ilgilenmiş, cari dildeki yabancı alıntıları sözlüğüne almamıştır. Oysa daha o tarihte Türkçe yazı dilinde azımsanmayacak sayıda Arapça ve Farsça sözcüğün kullanıldığını, DLT’nin önsözündeki bazı ifadelerden ve onunla çağdaş olan Kutadgu Bilig (KB) metninden bilmekteyiz. Araba, kaplan, şeker gibi, Türkçede hayli eski olması gereken bazı sözcüklerin DLT’de yer almamasını da, muhtemelen bu sözcüklerin “yabancı” olarak değerlendirilmiş olmasına bağlamalıyız.
Yine de DLT’nin, en azından yazı Türkçesi açısından oldukça eksiksiz bir kayıt olduğu ortadadır. DLT’de yer almadığı halde başka yazılı kaynaklardan tanıdığımız Eski Türkçe sözcüklerin sayısı, basit varyantlar ve farklı yazımlar hariç, yüzü bulmaz. Elbette burada söz konusu olan yazı dilidir. Hiç yazıya geçirilmemiş olan Türkçe kelime hazinesi hakkında bir bilgimiz yoktur.
Eski Türkçeden kalan
DLT’de yer alan sözcüklerden 2500 kadarı, bazan radikal anlam ve/veya ses değişimlerine uğramış olarak da olsa, günümüz Türkçesinde kullanılmaktadır. Bunlardan 1500 kadarına Nişanyan Sözlük’te maddebaşı olarak yer verilmiştir. 1000 kadar basit türev (kanatlan-, kandır-, kapakla-, kapıl-, kapış-, kaplan-...) NS’de maddealtı olarak yer alır. Geriye kalan 5000 kadar sözcük bugün kullanımdan düşmüştür. [Tireleri lütfen -mek/-mak diye okuyunuz.]
Aşağıda DLT ve diğer ETü yazılı kaynaklarda kaydedilmiş olup halen Türkiye Türkçesinde yaşayan sözcüklerin, güncel yazımla tam listesini görüyorsunuz. NS’de maddebaşı olmayan basit türevler sayılmamıştır.
acı, acı-, acık-, acun, aç, aç-, açık, ad, ada-, ağ-, ağ [bacak arası], ağ [tuzak], ağaç, ağı, ağıl, ağır, ağırla-, ağırşak, ağız, ağla-, ağrı, ağrı-, ahır, ak, ak-, akın, aksa-, aksak, aksır-, akşam, aktar-, al, al-, ala, alacık, alan, alçak, aldan-, aldır-, alıç, alın, alın-, alış-, alkış, alp, alt, altı, altın, altmış, am, amaç, ana, anaç, ancak, andız, angut, anır-, anız, anla-, ant, ara, ara-, ardıç, argaç, arı [saf], arı [böcek], arık [yorgun], arın-, ark [kanal], arka, armağan, armut, arpa, arslan, art, art-, artık, as-, as [kakım], ast, aş, aş-, aşağı, aşı [yama], aşı [boya], aşık [kemik], aşın-, aşır-, aşırı, aşla-, at, at-, ata, av, avuç, avun-, ay, aya, ayak, ayaklan-, ayart-, ayaz, aydın, aygır, ayı, ayık, ayıkla-, ayıl-, ayır-, ayırt, aykırı, ayran, ayrı, az, az-, azı, azık, bağ [düğüm], bağa, bağır, bağır-, bağırsak, bağışla-, bağla-, bak-, bakır, bal, bala, balçık, baldız, balık, balta, ban-, barçın, barın-, barış-, bark, bas-, basınç, baş, başak, başla-, başmak, bat-, batı, batman, bay, bayağı, bayıl-, bayrak, bayram, bekle-, bel, bele-, belge, belir-, belli, ben [birinci tekil şahıs], ben [ciltte leke], benek, bengi, beniz, benze-, beri, berk, berkit-, bert-, beş, beşik, bet [renk], betik, bey, beyin, bez-, bez [kumaş], bez [kabartı], beze-, bezek, bıçak, bıçılgan, bıçkı, bık-, bıldır, bıldırcın, bıyık, biç-, biçim, bil-, bile, bile-, bilek, bilezik, bilge, bin-, bin [sayı], bir, birey, birik-, bit-, bit [haşere], bitiş-, biz, boğ-, boğa, boğaz, boğum, bohça, bok, boncuk, boru, boş, boşa-, boy [duruş], boy [aşiret], boya, boya-, boynuz, boyun, boyunduruk, boz, boz-, boza, bozlak, bozuk, böğ, böğür, bölük, bön, börk, börü, bu, bucak, buçuk, buda-, budak, budun, buğday, buğra, buğu, bukağı, bul-, bula-, bulak, bulamaç, bulan-, bulut, buna-, bur-, burçak, burk-, burun, buruş-, but, buyruk, buyur-, buz, buzağı, büğrü, bük, bük-, bürümcük, bürün-, bütün, büyü, büyü-, büyük, büz-, car, cıngıl, cır, cibinlik, çabuk, çadır, çağ, çağla-, çak, çak-, çakır, çakmak, çal, çal-, çalış-, çan, çanak, çap-, çapak, çaput, çarçur, çarık, çarp-, çaşıt, çat, çat-, çatla-, çavuş, çek-, çekiç, çekirdek, çekirge, çemre-, çepiş, çeri, çevir-, çıban, çığır, çık-, çıkrık, çıldır-, çın, çıngırak, çiçek, çiğ, çiğdem, çiğit, çil, çile-, çim, çim-, çimen, çiş, çit, çivi, çivit, çiy, çiyan, çocuk, çok, çolak, çomak, çök-, çömçe, çömlek, çöp, çörek, çöz-, çubuk, çulluk, çük, dadan-, dağ, dağar, dağıl-, dağla-, daha/dahi, dal, dal-, dalak, dam, damak, damar, damga, damıt-, damla-, danış-, dar, darı, darıl-, davar, davran-, davul, daya-, dayak, dayı, daz, de-, dede, değ-, değer, değil, değirmen, değirmi, değiş-, değme, dek, del-, deli, delik, demin, demir, deniz, denk, densiz, depre-, der-, dergi, deri, derin, dernek, deş-, deve, devir-, dılak, dış, dışarı, dik, dik-, diken, dil-, dil, dile-, dilek, dilim, dilmaç, din-, dinle-, dip, dire-, direk, diri, diril-, dirsek, diş, dişi, dit-, diz, diz-, dizgin, dizi, doğ-, doğan, doğra-, doğru, doğu, doksan, doku-, dokun-, dokuz, dol-, dola-, dolu, dolunay, domuz, don-, don [giysi], don [buz], donan-, donat-, doru, doy-, dök-, döl, dölek, dön-, dört, döş, döşe-, döv-, dövme, dul, duman, dur-, durak, durgun, duru, durum, duy-, düdük, düğme, düğün, dün, dünür, dür-, dürt-, düş, düş-, düşün-, düve, düz, düz-, düzel-, ebe, ece, edik, eğ-, eğin, eğir-, eğit-, eğri, ek-, ekin, ekmek, eksik, eksil-, ekşi, el [organ], el [ülke], elçi, ele-, elli, elma, em, em-, emek, emekle-, emzir-, en [edat], en [genlik], ene-, enik, epri-, er, er-, erdem, eren, erendiz, ergen, eri-, erik, erin-, erinç, erk, erkeç, erkek, erken, erselik, erte, es-, esen, esin, esirge-, eski, eski-, esne-, esri-, eş, eş-, eşek, eşik, eşkin, et, et-, etek, ev, evet, evir-, evlen-, evren, ey, eye, eyer, eyle-, ez-, gece, gecik-, geç, geç-, geçit, geğir-, gel-, gelin, gemi, genç, geniş, ger-, gerek, geri, geriş, getir-, geviş, gevre-, gevrek, geyik, gez, gez-, gezi, gibi, gider-, gir-, git-, giy-, giyim, gizle-, göç, göç-, göğer-, göğüs, gök, göl, gölge, göm-, gömlek, gön, gönder-, gönül, gör-, göre, görümce, göster-, göt, götür-, gövde, göyün-, göz, gözet-, gözgü, gözük-, gücen-, güç, gül-, gülümse-, gülünç, gümüş, gün, gündüz, günü, gür, güt-, güve, güveç, güven-, güvercin, güvey, güz, haçan, hakan, han [hakan], handiyse, hani [nerede], hatun, haykır-, hörgüç, höyük, ılgın, ılı-, ılık, ırak, ırgala-, ırla-, ısı, ısın-, ısır-, ısırgan, ısıt-, ışı-, ışık, ışkın, ibibik, ibrik, iç, iç-, içeri, için, içki, içre, iğ, iğde, iğdiş, iğne, iğren-, iki, ikindi, ikircik, ikiz, il, il-, ile, ilen-, ilenç, ileri, ilet-, ilik [kemik içi], iliş-, ilk, im, imdi, imren-, in-, in [yuva], inan-, inanç, ince, inci, inek, ip, irdele-, iri, irin, irkil-, is, isilik, iste-, istek, iş, işit-, işle-, it, it-, iv-, iye, iyi, iz, kaba, kabak, kabar-, kabuk, kacak, kaç, kaç-, kaçkın, kadın, kağnı, kağşa-, kak, kak-, kal-, kaldır-, kalın, kalk-, kalkan, kamaş-, kamçı, kamış, kamu, kan, kan-, kanat, kanca [nasıl], kancık, kanırt-, kap, kap-, kapak, kapı, kapsa-, kar, kar-, kara, karamık, karanlık, karar-, karavaş, kardeş, karga, kargı, kargış, karı, karın, karınca, karış, karış-, karşı, karşıt, kart [eski], kasık, kasırga, kaş, kaşı-, kaşık, kat-, kat, katı, katık, katır, katlan-, kav, kavra-, kavşut, kavuk, kavun, kavur-, kavuş-, kavut, kay-, kaya, kaygı, kayık, kayın [hısım], kayın [ağaç], kayır-, kayış, kaymak, kayna-, kayrak, kaytar-, kaz, kaz-, kazan, kazan-, kazı-, kazık, keçe, keçi, keklik, kekre, kelebek, keler, kem, kemik, kemir-, kendi, kendir, kent, kepek, kerpiç, kert-, kes-, kez, kıl, kıl-, kılavuz, kılçık, kılıç, kılık, kımız, kın, kına-, kır, kır-, kırağı, kırk, kırk-, kırlangıç, kıs-, kısa, kısır, kıskaç, kıskan-, kısrak, kış, kışla, kıvan-, kıy-, kıyı, kıymık, kız, kız-, kızamık, kızar-, kızıl, kilit, kim, kip, kir, kiriş, kirpi, kirpik, kişi, kişne-, koç, kof, koğuş, kok-, kol, kolan, kolçak, koltuk, komşu, kon-, konuk, konut, kop-, kopuz, kork-, korkunç, koru, koru-, koş-, koşuk, kotar-, kov-, kova, kovuk, koy, koy-, koyu, koyun [hayvan], koyun [kucak], kök, kömür, köpek, köprü, köpük, köpür-, körpe, körük, köstebek, kötü, kötürüm, köz, kudur-, kuduz, kuğu, kul, kula, kulaç, kulak, kulun, kum, kunduz, kur-, kurak, kurbağa, kurgan, kursak, kurşun, kurt, kurtar-, kurtul-, kuru, kuru-, kurum [duman izi], kurut, kus-, kuskun, kuş, kuşak, kuşan-, kuşluk, kut, kuymak, kuyruk, kuyu, kuyum, kuz, kuzgun, kuzu, küçük, küf, kükre-, kül, küp, küpe, küre-, kürek, kürk, küs-, küskü, laçin, ne, nice, nite, nitelik, o, oba, obruk, ocak, od, oda, odun, oğlak, oğlan, oğul, ok, okşa-, oku-, ol-, olgun, oluk, on, on-, ona-, onar-, orak, oran, ordu, orta, ortak, orun, osur-, ot, otacı, otağ, otur-, otuz, ov-, oy-, oyna-, oynaş, oyun, öç, öd, öde-, ödünç, öfke, öğle, öğren-, öğün, öğür, öğüt, öğüt-, öksüz, öküz, öl-, öl, ölü, ölüm, ön, öp-, ör-, ördek, ören, ört-, örtü, örümcek, öt-, ötürü, öv-, övünç, öykün-, öyle, öz, özüt, pamuk, pars, pas, pat [darbe sesi], pek, pekmez, pınar, pıtrak, pire, piş-, pişi, porsuk, pus-, pus1, pusu, pürçek, saban, sac, saç, saç-, saçı, saçık, sağ, sağ-, sağdıç, sağrak, sağrı, sakak, sakal, sakın-, sakırga, sakız, sakla-, saksağan, sal, sal-, saman, san, san-, sancı, sansar, sap, sapla-, sar-, sarar-, sarı, sark-, sarmaş-, sarmısak, sarp, sars-, sası, sat-, sataş-, sav, sav-, savaş-, savur-, say-, sayı, seç-, seğir-, seki, sekiz, seksen, semir-, semiz, sen, ser-, serçe, serp-, sev-, sevgi, sevin-, sevinç, seviş-, seyrek, sez-, sı-, sıç-, sıçan, sıçra-, sığ, sığ-, sığın, sığın-, sığır, sığırcık, sık, sık-, sıkı, sına-, sındı, sıpa, sır [cila], sırça, sırı-, sırık, sırım, sırt, sıva-, sıvı, sıyır-, sız-, sızla-, sidik, siğil, sik, sik-, sil-, sili, silk-, sin-, sin [mezar], sindir-, sinek, sinir, sipsi, sirke [asit], sirke [bit], sivri, siy-, siz, soğan, soğu-, soğuk, soğur-, sok-, soku, sol, sol-, solak, solucan, somurt-, son, sor-, sorguç, soru, soy-, söbü, söğüş, söğüt, sök-, sömür-, sön-, söv-, söyle-, söz, su, suç, sun-, sungur, susa-, susak, suvar-, sülün, süngü, süpür-, süpürge, sür-, sürç-, sürt-, sürtük, sürü, süs-, süt, süz-, şak, şar, şaş-, şaşı, şiş-, şiş [sivri şey], şiş [şişik], taban, tak-, takır, tamu, tan, tanık, tanrı, tansık, tap-, tapu, tara-, tarak, tarkan, tarla, tart-, tartış-, tasla-, taş, taş-, taşak, taşı-, taşra, tat-, tat [lezzet], tat [İranlı], tavşan, tavuk, tay, tek, teke, tekerlek, tekne, temren, ten, tep-, tepe, tepele-, tepsi, ter, terki, terlik, ters, tetik, tezek, tık, tık-, tırmık, tırnak, tigin, tilki, tin, tipi, titiz, titre-, tok, toka, toklu, tokmak, tokuş-, tomruk, top, topalak, toprak, topuk, topuz, tosun, toy, toygar, toynak, toz, toz-, töre, törpü, töz, tuğ, tuğra, tulum, tunç, turna, turp, tut-, tutam, tutkun, tutmaç, tutuş-, tuz, tuzak, tükel, tüken-, tüket-, tümen, tüne-, türe-, Türk, türlü, tüt-, tütsü, tütün, tüy, uca, ucuz, uç, uç-, uçmak, uğra-, uğraş-, uğru, uğur, uğurla-, ula-, ulak, ulaş-, ulu, ulu-, ulus, um-, umut, un, unut-, urgan, us, usan-, uşak, utan-, utanç, uy-, uyan-, uyar-, uyluk, uysal, uyu-, uyukla-, uyuş-, uyuz, uz [usta], uza-, uzak, uzlaş-, uzun, üç, üleş-, ün, üre-, ürk-, ürper-, ürü-, üst, üstün, üşü-, üşür-, üşüş-, üt- [yakmak], üt- [yenmek], ütü, üvey, üvez, üz-, üzengi, üzere, üzerlik, üzüm, var, var-, ver-, vergi, verim, vur-, yabgu, yad, yağ, yağ-, yağı, yağır, yağız, yağmur, yahşi, yak-, yaka, yakı, yakın, yakış-, yala-, yalan, yalın, yalnız, yalvaç, yalvar-, yama, yama-, yaman, yan, yan-, yanak, yanıl-, yanıt, yankı, yanlış, yap-, yapağı, yapıldak, yapış-, yaprak, yar-, yar [bayır], yara-, yarak, yarasa, yaraş-, yarat-, yarım, yarın, yarış-, yarlık, yarpuz, yas, yasla-, yassı, yastık, yaş [nem], yaş [yaşam], yaşa-, yaşar-, yaşmak, yat-, yatak, yavan, yavaş, yavşak, yavşan, yavuklu, yavuz, yay, yay-, yaya, yayık, yayın balığı, yayla, yaz, yaz- [yazı yazmak], yaz- [yaymak], yazı, yazık, ye-, yed-, yedek, yedi, yeğ, yeğen, yel, yel-, yele, yem, yemiş, yemişen, yen-, yen, yenge, yengeç, yeni, yer, yer-, yeşer-, yeşil, yet-, yetmiş, yığ-, yığın, yık-, yıka-, yıl, yılan, yıldırım, yıldız, yılış-, yılkı, yıpran-, yır, yırt-, yiğit, yine, yirmi, yit-, yiv, yoğun, yoğur-, yoğurt, yok, yokuş, yol, yol-, yonca, yor- [yorumlamak], yorgan, yöre, yörük, yufka, yukarı, yular, yum-, yumak, yumru, yumruk, yumurta, yumuşa-, yun-, yunt, yurt, yut-, yuva, yuvarla-, yüce, yük, yüksek, yüksük, yülü-, yün, yürek, yürü-, yüz-, yüz [suret], yüz [sayı], yüzük (1498)

ETü kelime hazinesinin tematik analizi
Yukarıdaki listeyi dikkatli bir gözle ele alalım.
Listede 477 adet fiil vardır. Bu fiillerden sadece biri (yazmak [yazı yazmak]) ilkel Neolitik tarım toplumunun ötesinde bir kültürel evrim aşamasına işaret eder. En geniş yorumla belki iki fiil (evlen- [ev edinmek], kırk- [makasla koyun tüyü kesmek]) nispeten gelişkin bir antropolojik düzeyi veya karmaşık aleti varsayar. Diğer 474 fiil, herhangi bir kompleks teknolojiye, toplumsal örgütlenme biçimine ya da kültürel simgeye referansı olmayan temel biyolojik işlevlere aittir (acı-, al-, at-, bağır-, bul-, diz-, düş-, gör-, iç-, iliş-, kes-, kız-, kok-, öt-, sev-, söyle-, uyu-, ver-, yala-, ye-, yürü-…). Bir bakıma, insanoğlunun binlerce yıllık kültürel evriminin altında yatan biyolojik altyapıyı temsil ederler. Evrimin şafağındaki homo sapiens, henüz keskinleştirilmiş taşlar ve dal parçaları dışında herhangi bir aleti tanımazken, bu fiilleri (ya da eşdeğerlerini) anlamış ve kullanmış olsa gerekir.
Fiilden türetilmiş 300 dolayında adı bu fiillere ekleyebiliriz. Adların bir bölümü soyut eylemi, bir bölümü ise eylemi yapan özneyi ya da eyleme maruz kalan nesneyi ifade eder. Bir kısmı halen tanıdığımız fiillerden tanıdık yöntemlerle türetilmiştir (acı, açık, bozuk, dayak, değer, durak, göre, içki, kılık, kıyı, korkunç, olgun, sevgili, soğuk, tütün, verim, yarım…); bir kısmı bugün unutulmuş fiillerden türetilmiş, ya da artık şeffaf olmayan yapısal unsurlarla inşa edilmiştir (aşırı, bağ, bark, bütün, erk, ilk, kuyum, öç, öğüt, tarla, titiz, ütü, yanıt…).
Temel sıfatları (ak, al, az, berk/pek, boş, boz, çok, dar, değil, dek/denk, dik, düz, eski, eş…), yön bildiren sözcükleri (alt, ara, art, aşağı, aykırı, beri, dış, dışarı, geri, içeri, ileri, ön, ötürü, son, uç, üzeri, yan, yukarı…), zamirleri (ben, sen, o, bu, şu, kendi…), soru sözcüklerini (hani, kaç, kim, ne, nice, nite…), ve nispeten daha geç bir kavramsal gelişmeyi temsil eden sayı adlarını (bir, iki, üç … yüz, bin, tümen) burada insan dilinin “pre-kültürel” ya da paleo-kültürel altyapısı babında sayabiliriz.
Yüz dolayında isim, insan bedeninin kısımları, bedensel işlevler ve üreme süreci ile ilgilidir. Güncel Türkçede bu kategoriye giren sözcüklerin ezici çoğunluğunun (birkaç adet Farsça eklenti ve tıbbi uzmanlık terimleri dışında) ETü kökenli olması dikkati çeker.
ağ [bacak arası], ağız, alın, am, aşık [topuk yanı kemiği], avuç, aya, ayak, azı, bağır, bağırsak, baş, bel, ben [ciltte leke], beniz, beyin, bez [kabartı], bıyık, bilek, boğaz, bok, boy, boyun, böğür, burun, but, çıban, çil, çiş, çolak, çük, dalak, damak, damar, daz, deri, dılak, dil, dirsek, diş, dişi, diz, döş, eğin, el, erkek, et, eye, genç [bebek], göğüs, gönül [göğüs], göt, gövde, göz, ikiz, ilik, irin, kan, karı [yaşlı], karın, kasık, kaş, kavuk [mesane], kemik, kıl, kısır, kız, kızamık, kirpik, kişi, koyun, kol, koltuk, kulak, kursak, oğlan, oğul, öd, saç, sakak, sakal, sırt, sidik, siğil, sik, sinir, solak, süt, şaşı, taban, taşak, ten, ter, tırnak, tin [nefes], topuk, tüy, uca, uyluk, uyuz, yanak, yaş [ömür], yiğit [genç], yürek, yüz (105)
Yabani ve evcil hayvanlar ile hayvan bedenine ve üremesine ilişkin adlar ETü kelime hazinesinin bir diğer önemli bölümünü oluşturur. Bilinen evcil hayvanlar sığır, koyun, keçi, domuz, deve, at, eşek, köpek ve tavuktur. Yabani hayvan adları dağarcığının oldukça kısıtlı olması göze çarpar.
angut [bir tür ördek], arı, arslan, as [kakım], at, aygır, ayı, bağa [kurbağa], bal, balık, bıldırcın, bit, boğa, boynuz, böğ, börü, buğra, buzağı, cibin [sinek], çekirge, çepiş, çiyan, çocuk [hayvan yavrusu], çulluk, davar, deve, doğan, domuz, döl, düve, enik, erkeç, eşek, geviş, geyik, güve, güvercin, hörgüç, ibibik, inek, it, kanat, kancık, karga, karınca, katır, kaz, keçi, keklik, kelebek, keler, kılçık, kırlangıç, kısrak, kirpi, koç, koyun, köpek, köstebek, kuduz, kuğu, kulun, kunduz, kurt, kuş, kuyruk, kuzgun, kuzu, kürk, laçin, oğlak, öküz, ördek, örümcek, pars, pire, porsuk, sağrı, sakırga, saksağan, sansar, serçe, sıçan, sığın, sığır, sığırcık, sıpa, sinek, sirke [bit], solucan, sungur, sülün, tavşan, tavuk, tay, teke, tilki, toklu, tosun, toygar, turna, üvez, yarasa, yayın balığı, yele, yengeç, yılan, yılkı, yumurta, yunt, yuva, yün (112)
Bitkilere ilişkin kelime dağarcığında yine evcil bitkiler ağır basar. Bunun nedeni ETü yaban bitki adlarının elde mevcut metinlerde kaydedilmemiş olması, kaydedilmiş olanların bir bölümünün ise günümüz Türkçesine gelmemiş olmasıdır.
ağaç, alıç, andız, ardıç, armut, arpa, budak, buğday, burçak, çekirdek, çiçek, çiğdem, çiğit, çim, çimen, dal, darı, dip [bitki kökü], ekin, elma, erik, ılgın, ışkın, iğde, kabak, kamış, karamık, kavun, kayın, kendir, kök, ot, pamuk, pıtrak, sakız [bitki zamkı], saman, sarmısak, soğan, söğüt, topalak, turp, üzerlik, üzüm, yaprak, yarpuz, yavşan, yemiş, yemişen, yonca (49)
Temel doğa olayları ve insan psikolojisinin temel verileri önemli iki sözcük grubu oluştururlar.
ay, buğu, bulut, buz, bük, çiy, dağ, deniz, dolu, dolunay, don [buz], duman [sis], dün [gece], gece, gök, göl, gölge, gün, gündüz, güz, iz, kar, karanlık, kaya, kır, kırağı, kış, kum, od, pas, pus, su, tan, taş, tepe, tipi, toprak, toz, tuz, ün [ses], yağ, yağmur, yar [bayır], yaş [nem], yaz, yel, yer, yıl, yıldırım, yıldız, yol (51)
ad, aş, av, çöp, düş, emek, er, gerek, güç, im, is, iş, kez, kir, kul, oyun, öfke, ölüm, öz, sav [söz], söz, suç, tat [lezzet], us, uyku, yad, yalan (27)
Akrabalık terimleri yirmi dolayında sözcükle temsil edilmiştir:
ana, ata, bala, baldız, dayı, dede, dul, düğün, dünür, ebe, ece, gelin, görümce, güvey, karavaş [cariye], kardeş, kayın, öksüz, sağdıç, üvey, yeğen, yenge (22)
Kültür ve teknoloji
Alet, edevat ve diğer mamul eşya adları, İslam öncesi Türk toplumunun maddi kültürü hakkında net bir tablo sunarlar. Kelime hazinesinin konuları kap çeşitleri, yeme içme, pişirme, giyim ve dokuma, tarım aletleri, silahlar ve bezeme unsurlarıyla sınırlıdır. Bilinen metaller bakır, tunç, demir, kurşun, altın ve gümüştür. Nispeten gelişkin teknoloji ürünleri arasında çıkrık, değirmen ve kağnı göze çarpar.
ağıl, ağırşak, ağu, ahır, alacık, altın, argaç, ark [kanal], aşı [boya], ayran, bakır, balta, barçın [ipek], başmak [ayakkabı], batman, beşik, bitik [yazı], bez [kumaş], bıçak, bıçkı, bilezik, boncuk, boru, boya, boyunduruk, boza, börk, bukağı, çadır, çakmak, çan, çanak, çarık, çekiç, çıkrık, çıngırak, çivi, çivit, çömçe, çömlek, çörek, dağar, dam [duvar], davul, değirmen, demir, dizgin, don [giysi], dövme, düdük, edik, ekmek, eşik, ev, eyer, gemi [sal], gömlek, gön, gözgü, gümüş, güveç, ibrik, iğ, iğne, inci, ip, kacak, kağnı, kalkan, kamçı, kap, kapak, kapı, kargı, kaşık, kayık, kayış, kaymak, kazan, keçe, kerpiç, kılıç, kımız, kın, kıskaç, kilit, kolan, kolçak, kopuz, kova, kömür, körük, kurşun, kurut, kuskun, kuşak, kuyu, küp, küpe, kürek, küskü, oba, ocak, oda/otağ, ok, orak, pekmez, saban, sac, sağrak, sal, sındı [makas], sır [cila], sırça, sırım, sin [mezar], sipsi, sirke, sorguç, süngü, süpürge, şiş [sivri şey], tarak, tekerlek, tekne [yalak], temren, tepsi, terki, terlik, tırmık, toka, tokmak, topuz, törpü, tulum, tunç, tutmaç, un, urgan, üzengi, yapağı, yastık, yaşmak, yay, yayık, yen, yoğurt, yorgan, yular, yurt [çadır], yüksük, yüzük (152)
“Yüksek kültür” adını verebileceğimiz, toplumsal organizasyona, mitolojiye ve kültürel simgelere ilişkin ETü kelime hazinesinden günümüz Türkçesine aktarılan miras şaşılacak ölçüde kısıtlıdır. “Yüksek kültür”ün sınırlarını en geniş şekilde çizsek dahi toplam 50 dolayında kelime ancak sayılabilir. Bunların çoğu devlet, ordu ve aşiret yönetimine ilişkin kavramlardır (bey, çavuş, damga, elçi, il, hakan, hatun, ordu, tuğra…). Birkaçı toplumsal statüye (alp, otacı, tat...), mülkiyet ilişkilerine (bay, koru, uğru...) ve ritüel törelere (armağan, bayram, dernek, toy, yas...) işaret eder. Enteresandır ki Türklerin eski dinine ait sadece bir veya iki sözcük (tanrı, belki kut) bugüne gelebilmiştir. Dini kavramları ifade eden diğer üç sözcük (acun, tamu, uçmak), İslamiyetin kabulünden önceki dönemde Türkler arasında yaygınlık kazanan Batı ve Doğu Asya dinlerine ait yabancı alıntılardır.
acun, alp, armağan, bay [zengin], bayrak, bayram, bey, boy [aşiret], budun, büyü [bilge, bilgin], çaşıt [casus], çavuş, çeri, damga, dernek, dilmaç, el/il [ülke], elçi, hakan/kağan, han [yönetici], hatun/kadın [kraliçe], kent, kışla [kışlık yerleşim], komşu, konuk, koru, korugan [sığınak, kale], kut, ordu, otacı [tabip], tamu [cehennem], tanık, tanrı, tarkan, tat [İranlı], tigin, toy [ziyafet], töre, tuğ, tuğra, Türk, uçmak [cennet], uğru [hırsız], uğur, ulak, ulus [aşiret], vergi, yabgu, yalvaç, yarlık, yas, yayla [yazlık yerleşim] (53)
Hiçbir erken dilde, dine ve mitolojiye ilişkin kelime hazinesinin bu denli sınırlı olması düşünülemez. İlk akla gelen olasılık, Türklerin İslam-öncesi dini terminolojisinin İslam’dan sonra bastırılmış olmasıdır. Türkiye Türkçesinin İslami ortamda şekillenen dağarcığına aktarılmamış olan ETü sözcük hazinesinde acaba İslam-öncesi Türk yüksek kültürünün başka izlerini bulabilir miyiz?
DLT’de yapacağımız rastgele bir tarama bu beklentiyi boşa çıkarır. U ve ü harfleri altında bulabildiğimiz, bugünkü Türkçede karşılığı olmayan kültür ve teknoloji terimleri şunlardan ibarettir:
uçan [iki yelkenli gemi], uğ [çadırın üst köşelerinden her biri], uġut [içki yapılan bir tür hamur], ukruk [kement], ul [duvar temeli], ulaga [savaş atı], uldaŋ [pabuç altı], uma [eve gelen konuk], umduçı [dilenci], uragun [Hindistan’dan gelen bir ilaç], urumday [panzehir], urunç [rüşvet], üçlüç [üç çubukla yapılan tavşan tuzağı], ügre [tutmaca benzer şehriye çorbası], ügürmek [deve üzerine iki taraflı yüklenen ve içine binilen sepet], üjük [hece, harf], ükek [şehrin etrafında savaş için hazırlanmış burç], ümleş- [şalvarını ortaya koyarak kumar oynamak], üngüjin [çölde insan öldüren umacı], üstem [eyer ve tokaya işlenen altın ve gümüş], ütüş [bir çeşit çocuk oyunu]
[Burada ilginç olan Arapça “iki yelkenli gemi” olarak tanımlanan sözcüktür. DLT’de yelken veya aynı anlama gelen başka bir sözcük bulunmaz!]
İslam-öncesi ve İslam-dışı metinler
Kabul etmek gerekir ki DLT (ve çağdaşı KB) yüz yıldan beri İslamî kültür sahasında yaşayan kentli Türklerin dilini yansıtır. Bu iki eserden önceki 250 yıllık dönemin ürünü olan Uygurca metinlerde, Uygurların benimsemiş olduğu yabancı kökenli dinlerin teknik terminolojisi cömertçe kullanılmıştır.
Uygurca bir Maniheist metin:
xroştag padvaxtag teŋri xurmuzta teŋridin tamudın yokaru aġdıkta … vadcivantag teŋri ög teŋri terkleyü keldiler 
[Xroştag padvaxtag tanrı ve? Xurmuzta tanrı cehennemden yukarı ağdığında … Vadcivantag tanrı ve ana-tanrı? hızlıca geldiler]
Uygurca bir Budist metin:
anı üçün bu bodisvt aryavalokdişvar tip atanur ... kayu tınlıġ kuanşi im pusar atın uzun turkaru atasar tünle küntüz atayu tursar antaġ oġrı bar uluġ otka kirser uluġ suvka kirser ölimegey ... pratikabutlar körkin körtgürüp nomlayur kutġayur ... şravaklar körkin körtgürüp kutġayur ... ezrua teŋri körkin körtgürüp kutġayur ... birük toyin smnanç upasi upasançlar körkin körü kurtulġu tınlıġlar erse ... vçirpanlar körkin körtgürüp kutġayur
[onun için bu boddhisatva a. diye adlandırılır ...hangi canlı kuanşi im pusar adını durmadan ansa gece gündüz anmaya devam etse uğru varmaz? büyük ateşe girse yanmaz, derin suya düşse ıslanmaz ... kuanşi im pusar o canlılara pratikabuddha – sravāka – ezrua (Brahma deva) kılığında görünerek kutsar ve kurtarır (...) eğer t.s.u.u. kılığında görüp kurtulacak canlılar ise]
Doğal olarak buradaki teknik tabirlerin hiç biri İslami döneme ait metinlerde yer almaz; “kâfir” Türklerin inanç ve töreleri İslami metinlerde şiddetli bir dille aşağılanır. Aynı şekilde, yabancı dinlerin benimsenmesinden önceki döneme ait Türk dinî terminolojisinin de bilinçli bir şekilde dilden ayıklanmış olduğunu varsayabiliriz. Paganizm dönemine ait elimizde bulunan Türkçe metinler Orhun Yazıtları ile 8. yy’a ait birkaç kısa yazıttan ibarettir. Bunlara belki Çinceden çeviri olan Irk Bitig (9. yy?) adlı fal kitapçığını da ekleyebiliriz. Bu eserlerde de Türklerin eski dinî kültürüne ait çok fazla iz bulamıyoruz.
Tonyukuk yazıtı dahil Orhun Yazıtları ile Uygur Kağan Yazıtının toplam kelime hazinesi 800 kelime kadardır. Bunlar arasında günümüze gelmemiş olan “yüksek kültür” terimleri aşağıdakilerden ibarettir. Aralarında ancak bir tanrıça adı olan Umay ile, eski Türk töreleri olan balbal ve yoğ, İslam-öncesi Türk ritüel kültürünü yansıtan kelimeler sayılabilir.
alpagu/yılpagut [savaşçı], ayuk [mülk], balbal [öldürülen düşman heykeli], balık [şehir], bediz [nakış, resim], bitig [yazı, yazıt], elteber [yönetici unvanı], ınançu [bir unvan], erkin/irkin [bir unvan], kalıŋ [haraç], kunçuy [prenses] (Çince), kutay [ipekli kumaş], makaraç [bir unvan] (Hintçe), ok [aşiret], seŋün [komutan] (Çince), sıġıtçı [ağıtçı], şadapıt [bir unvan], tarkan [bir unvan], tigin [prens], totok [askeri yönetici] (Çince), tudun [bir unvan], uguş [boy, kabile], uluş [şehir], umay [bir tanrıça], yabgu [bir unvan], yargan [bir unvan], yoġ [cenaze yemeği]
Sonuç olarak Türklerin Hıristiyanlık, Maniheizm, Budizm ve İslamla tanışmadan önceki “yüksek” kültürüne ilişkin terminolojik bilgimizin son derece kısıtlı olduğunu itiraf etmek zorundayız. 
[[PS – Bu da bitmemiş bir yazı. Sonlara doğru konunun ipi elden kaçmış.]]

Fikir jimnastiği

Birisi gene "Ama neden Kemal'e Kemal diyorsun" diyerek beni akıllı olmaya davet etmiş. Cevap verdim.

Bazen bir fikri GÜZEL (yani zarif, kıvrak, esprili, bilgiyle ve bilgelikle bezenmiş, gönül çelici, akıl oynatıcı, şaşırtıcı, cerbezeli, ufuk açıcı, dil veya göz veya kulak okşayıcı) bir şekilde ifade etmek, fikrin kendisinden daha önemli değil midir?
"Bazen"i bırak, her zaman öyle değil midir?
Fikir dediğin ne ki? Aklın o dıngolar gibi büsbütün durgun değilse sabah bir türlü akşam öbür türlü düşünürsün. Sen A dersin, öbür adam B der, üstelik senden daha kötü bir insan değildir, niye reddedesin? Marifet bir fikri savunmakta değil, güzel savunmakta.
Buyur, geçen gün bir yazı yazdım, başıyla sonu yüz seksen derece zıttı. Başta söylediğini biraz geliştirip, sonda onun tam tersini savunuyordu. Herkes bi beğendi, bi bayıldı hayret edersin. Korkma kardeşim çelişkiden. Ne demiş Emerson Efendi: Aptal bir tutarlılık, küçük beyinlerin bostan korkuluğudur.
Beni biliyorsun, zekâya ve cürete hayran olan bir adamım. Zanneder misin ki cumhuriyetin kurucusunu o açıdan hiç düşünmedim ya da düşünemiyorum?
Hayatta kırk çeşit katille uğursuzla sohbetim oldu, birkaçını sevdim de. İhtimal verir misin ki "Ayy Kemal çok kötöö" deyip bunun üzerine pozisyon kurayım?
Mesele Kemal Paşa değil canım kardeşim. Mesele aptallık. Durgun beyinlilerin beynini hoplatmak için Kemal Paşaya çakmak lazımsa çakılacak tabi.

Friday, November 17, 2017

Türkçe tarihi 4: Batı ile karşılaşma

İlk etkileşimler

19. yy başlarına dek Türkçe genel kullanıma nüfuz eden Batı Avrupa kökenli kelimelerin ezici çoğunluğu denizcilik, deniz ticareti ve harp filosu ile ilgilidir. Hemen hepsi İtalyancadan veya o devirde bazen ayrı bir dil kabul edilen Venedik lisanından alınmıştır. (Ayrı bir uğraş alanı olan balıkçılık, yerli bir dil olan Rumcanın etkisi altındadır.)

Denizcilikle ilgili İtalyanca terimlerin Türkçe kullanıma çoklukla 15. yy ikinci yarısı ile 16. yy başlarında girdiğini varsayabiliriz. Ancak yazılı kaynakların yetersizliğinden dolayı, bazı kelimeleri 19. yy’ın sistematik sözlüklerinden daha erken tarihte belgelemek henüz mümkün olamıyor. Kahane, Kahane ve Tietze’nin The Lingua Franca in the Levant [Doğu Akdeniz’de Denizci Dili] adlı anıtsal eserinde listelenen İtalyan/Latin kökenli kelime sayısı 700 kadardır. Bunların büyükçe bir bölümü halen denizci teknik lisanında kullanımdadır; yüz kadarını ortak dile mensup oldukları düşücesiyle sözlüğe dahil ettik.

abluka, aborda, alabanda, alabora, alarga, alesta, avanta, babafingo, balyemez, bandıra, banko, baston, boca, bocala-, borda, branda, çapari, çıma, dümen, falya,  fırtına, filika, filo, flama, fora, forsa, funda “demir atmak”, gondola, gulet, güverte, harita, ıskarmoz, ıstralya, imbat, iskandil, iskele, istif “gemi ambarı”, kalçın, kalita, kalyon, kamara, kanca, kaptan, kaput, karantina, karavana, karavela, karga tulumba, karine “gemi karnı”, karyola, kasara, kerteriz, korsan, kumanya, laçka, mağaza, manevra, manga, marangoz “gemi yapım ustası”, martı, mayna, meltem, miço, mizana, mola, olta, pasaport, patron/patrona, pompa, posta “nöbet”, pranga, pruva, pupa, pusula, ranza, roda, saparta, sigorta, sintine, siya, tapa, tente, tersane, tırışka, tiramola, tonilato, tulumba, vardiya, volta, yisa, zoka (91)

Bu sözcüklerin Venedikçeden mi, diğer İtalyan lehçelerinden mi alıntılandığını tespit etmek, şu anki bilgilerimiz çerçevesinde, çoğu zaman olanaksızdır. Ancak anlam ayrışmasına uğramış patron (Ven.) ve patrona (İt.) gibi biçimlerin varlığı, aradaki farkın dil tarihi açısından önem taşıyabileceğini gösterir. Bandıra, dümen, gardiyan, kalyon, kaptan, laçka, milyon, piyasa gibi bir dizi kilit sözcük, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde Venedikçedir. (Standart İtalyancadan alıntıda dümene, kaptana, laşa, milyona, piyaça vb. beklenirdi.)

Denizci terminolojisi dışında, 19. yy’ın ortalarından önce Türkçe kullanıma girmiş olan Batı Avrupa kökenli kelimelerin sayısı yüzü bulmaz. Bunlar arasında yine dolaylı olarak bahriye ile ilgili olması muhtemel olan teknik edevat adları (civata, conta, iskarpela, kanaviçe, planya, tornavida, varil, vida), siyasi terimler (balyoz “elçi”, duka/dük, gardiyan, imparator, izbandut “eşkıya”, komiser, konsolos, papa), askeri teknoloji ürünleri (karabina, künk, misket, pala), yiyecek adları (francala, kaşkaval, pasta, pestil, poğaça, salamura, salata, tarator), çalgı adları (barbut, klarneta, lavta, trampete/trompet) göze çarpar.

Denizcilikle ilgisini kuramadığımız erken İtalyanca alıntılar arasında bir matematik kavramı (milyon), bir meslek adı (berber), bir sanayi ürünü (kundura), iki köpek türü (fino, mastı) ilgi çekicidir.

Adını Avusturya Almancasından alan kuruş 17. yy’da yaygınlaşmış, 1690’larda ilk kez Osmanlı devleti tarafından darp edilmiştir.

Bir dönem Osmanlı egemenliğinde bulunduğu halde kültürel referansları daha ziyade Batı Avrupalı olan Macar dili 16. ve 17. yy’larda Türkçeye birkaç kelime kazandırmıştır.

bodrum, haydut,  kadana, palanka, palaska, paprika, piştov, salaş, soba, şarampol, talika, varoş (12)

Batı dünyasının ulaştığı bilimsel ve kültürel aşamayı yansıtan yeni tür alıntılar 1780-90’lardaki ilk açılım döneminden itibaren görülür. Batı ile kültürel alışverişte Fransızcanın norm haline gelmesi de yine bu dönemin eseridir. 1820’lerden önce Türkçe metinlerde boy gösteren Batı kökenli sözcükler arasında şunlar dikkati çeker:

akademya, ançüklopedya, antimon, balon, barometro, elektrik, fizik, gazeta, komedya, kompliman, kumpanya, logaritma, obüs, parlamento, sekstant, termometro, tracedya

Bu listede görülenler daha öncekiler gibi yabancı bir kültürün egzotik ürünleri, ya da belli bir sektördeki uzmanlığının yansımaları değildir. Osmanlı diyarında karşılığı olmayan ve kayıtsız kalınması mümkün olmayan yeni bir dünya yaratılmakta, yeni kavramlarını empoze etmektedir.

Sözlüklerdeki Batı

Türkçe sözlüklerde yer verilen Batı kökenli kelimelerin 19. yy ikinci yarısından itibaren gösterdiği artış, dildeki devasa dönüşümü izlemek açısından aydınlatıcıdır.

Vefik Paşa’nın 1876’da yayımlanan Lehce-i Osmanî’sinde yer alan Batı kaynaklı sözcükler, 350 kadar İtalyanca, 100 kadar Fransızca, 15 kadar İngilizce, 4-5 Almanca olmak üzere yaklaşık 470 adettir. Bunlar, toplam 28.000 dolayında maddebaşı içeren sözlüğün kelime hazinesinin yüzde 1,7’sini temsil ederler.

Vefik Paşa Batı kökenli yeni kelimelere karşı çoğu zaman eleştirel bir yaklaşım gösterir. Bu yaklaşım bazen tanımlarına da yansır. “Nümero, galatı numara: Lüzumsuz alafranga tabir.” “Avukat: Dava vekilinin çenelisi.” Muhtemelen bu yaklaşımdan ötürü, o tarihte Türkçe metinlerde sıkça rastlandıkları halde paşanın “lüzumsuz” saydığı bazı kelimeleri (bulvar, komiser, konferans, polis …) sözlüğüne almamış olduğu anlaşılıyor.

Şemseddin Sami’nin 1901 yılında basılan Kamus-ı Türkî’si 80 dolayında Batı kaynaklı yeni kelime ekleyerek toplam sayıyı 550’ye, orantıyı ise 18.000 maddebaşı içinde yüzde 3,0’a taşır. Ancak dönemin basın, eğitim, hukuk ve özellikle üst tabakanın moda ve “yaşam stili” dilinde gerçekleşen dönüşümle karşılaştırıldığında bu çok düşük bir orandır. 1880 ve 90’lı yıllarda yayınlanan gazete ve romanlarda tespit edebildiğimiz Batı kaynaklı yüzlerce “moda” ve “yaşam tarzı” terimiyle (bluz, bonbon, briyantin, centilmen, dekadan, dekolte, demode, feminist, fiyasko, gusto, isteka, kürdan, melodram, prezante etmek, skandal, spor, supe…), Tıngır ve Sinapyan’ın 1892 tarihli Istılahat Lugati’nde göze çarpan beş yüze yakın yeni bilimsel ve teknik terim (diyabet, fren, glüten, kanguru, kinin, klorofil, kobalt, naftalin, nitrogliserin, ozon, ödem, protein, sendika…) Kamus-ı Türki’de yer bulmazlar. Daha ilginci, Şemseddin Sami Bey'in kendi eseri olan ilk modern Türkçe ansiklopedi, 1889-1891 tarihli Kamusü’l-Alam’da kullandığı yabancı kaynaklı sözcüklerin bazılarına (balsam, boraks, iskorbüt, mikado, mozayik, santigrat, soya, tayfun) kendi sözlüğünde yer vermemiş olmasıdır.

Kamus-ı Türki’nin bir başka dikkat çekici özelliği, Vefik Paşa sözlüğünde yer alan ve daha o tarihte “arkaik” bir lezzete sahip olan altı bini aşkın Arapça ve Farsça kelimenin sözlükten elenmesidir. Cumhuriyet döneminde başlatılacak olan dil devriminin ayak sesleri, daha yüzyıl dönümünde hissedilmektedir.

Mehmed Bahaeddin (Toven)’in 1924 tarihli Yeni Türkçe Lugat’i Batı kaynaklı kelimelere yeni bir yaklaşımı haber verir. Cumhuriyet ilanının arifesinde Türkiye’nin entelektüel iklimini yansıtan bu sözlük, Frenkçe kelimeleri dışlamak bir yana, adeta onları halka tanıtmaya yönelik didaktik bir yaklaşım içindedir. Yeni Türkçe Lugat’te yer alan Batı kaynaklı 1550 kadar kelime, toplam 19.500 maddebaşının yüzde 7,9’unu oluşturur.

Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’ünün 1945’te yayımlanan birinci basımında Batı kökenli kelime sayısı neredeyse ikiye katlanarak 2900’ü aşmıştır. Bu sayı 26,000 maddebaşı içeren sözlüğün yaklaşık yüzde 11’ini temsil eder. Ne var ki yeni eklenen kelimelerin büyük çoğunluğu bilimsel literatürden taranmış teknik terimlerdir (afoni, agrafi, aglütinin, algoritma, alotropik, ampelopsis, astigmat, berkelyum…). Aynı dönemde hayatın her sahasını istila eden Batı kökenli yeni kavramların büyük bir kısmı (bolero, bombe, bonservis, çigan, demoralize, desen, duble, empoze etmek, papyon, parfüm, şema, şut, varyete…) muhtemelen gayri ilmî ve “yersiz” bulunduğu için, resmi leksikona dahil edilmemişlerdir.

Türkçe Sözlük’ün 1955 tarihli ikinci basımı, azalan sayıda Batı kökenli yeni sözcükle ilk basımın yaklaşımını sürdürür. Ancak 1963, 1966 ve 1974 tarihli üçüncü, dördüncü ve beşinci basımlara eklenen Batı kökenli yeni kelime sayısı yok denecek kadar azdır. Yazı Türkçesinin yoğun bir Fransızca ve İngilizce vokabüler akınına uğradığı bu yıllarda Türk Dil Kurumu adeta yaşayan dile sırtını dönmüş, gerçek dünyada karşılığı olmayan ideal ve normatif bir dil inşa etme çabasına girişmiştir.

1983’teki TDK reformundan sonra yayımlanan 1988, 1998 ve 2008 basımlarında bu yaklaşım kısmen yumuşar; yaşayan dilin kelime hazinesini leksikalize etme yönünde, ürkek ve hevessiz de olsa, bir çaba görülür.

Türkçe Sözlük’ün 2008 basımında Batı kaynaklı sözcük oranı %20’nin biraz altındadır. Ancak bu oranı değerlendirirken, sözlükteki toplam girdi sayısının alışılmış leksikografi ilkelerinden farklı bir yaklaşımla, bir sözlükte yeri olmaması gereken onbinlerce rastgele tamlama (ayak havlusu, banyo havlusu, baş havlusu, el havlusu, mutfak havlusu, plaj havlusu, yüz havlusu) ve yer doldurma dışında hangi kaygıya hizmet ettiği anlaşılmayan türevler (özdeşleme, özdeşlemek, özdeşleşme, özdeşleşmek, özdeşleştirme, özdeşleştirmek, özdeşlik, özdeştirme, özdeştirmek) ile şişirilerek 100.000’in üstüne çıkarılmış olduğu hususu göz önüne alınmalıdır.


Kanımca Türkçenin güncel kelime hazinesini daha gerçekçi bir biçimde yansıtan Nişanyan Sözlük’te Batı kökenli kelime sayısı, toplam 28.300 maddebaşı ve maddealtı kelime içinde yaklaşık 8650, yani yüzde 30,5’tir. [2014 durumu. Günümüzde toplam 30,150 kelime içinde yaklaşık aynı oran.]