Wednesday, October 25, 2017

On Dördüncü Lui ile tanışmamız eskidir

Kütüphanede kitap okuma fikriyle Orta 3’te tanıştım – belki de Orta 2’ydi, şimdi emin olamıyorum. Işık Lisesi’nin kütüphanesini bol pencereli, aydınlık, ferah bir yer diye hatırlıyorum. Benden başka pek kimse olmazdı. İlk keşfettiğimde Ahmet Vefik Paşa’nın Molière çevirileriyle başladım, ama tadına varamadım (şimdi olsa keyiften dört köşe olurdum herhalde). Ardından Voltaire’in 14. Louis Asrı’nı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın yanılmıyorsam Hasan Ali Yücel dizisinden çıkan iki ciltlik çevirisinden okudum. Birkaç hafta Kardinal Mazarin’le, Condé düküyle, Colbert’in maliye politikalarıyla yatıp kalktım. Hepsini, halâ, neredeyse sayfasına kadar hatırlarım. Kütüphane memuru mendebur bir kadındı. Sebebini hatırlamıyorum, defalarca beni oradan kovmaya kalktı. Ders saatlerinde ve öğle yemeklerinde kütüphaneyi kullanamayacağıma hükmetti. Memurlara olan dinmez nefretim sanırım o günlerde başlamış olmalı.

Orta üç olmalı. Çünkü aynı yıl Louis tarihinin uyandırdığı ilgiyle sömestr tatilinde (evde) Albert Soboul’un Fransız İhtilali Tarihi’ni okudum, ki bin küsur sayfalık tuğla gibi kitaptır. Sonra dönem ödevi olarak ihtilalin kronolojisini yazdım, daktiloyla aralıksız otuz küsur sayfa. Hepsi olmasa da onun da çoğu aklımdadır, Valmy muharebesini, Ventôse kararnamelerini, 9 Thermidor darbesini, Yıl III anayasasını sorun, bilirim. Neredeyse kırk yedi yıl olmuş, bazı şeyler akılda kalıyor demek ki.

Liseye geçtiğim yaz bir yandan deli danalar gibi İngilizce çalışırken, bir yandan da bir sürü kitap okudum. Troçki cinayetine dair yazarını hatırlamadığım bir kitap, Huxley’in (Cesur) Yeni Dünya’sı, Anatole France’ın Penguenler Adası onlardandır. Sonuncusu üstü kapalı bir Fransa tarihi parodisidir, hemen bütün referansları (Boulanger darbesi ve Dreyfus davası dahil) anladığım için kendimle gurur duymuştum.

Lise 1’in son günlerinde ilk kez ders dışında bir İngilizce kitap okumaya cesaret ettim. İlk okuduğum kitap Maurice Ravel’in biyografisiydi. Ravel’in eşcinsel olduğunu öğrendiğimde gözümden perdeler düştü; eşcinselliğin iyi bir şey olduğuna ve kötüdür diyenlerin iflah etmez birer eşek olduğuna kanaat getirdim. (Ama hiç denemedim, Elif Şafak beklemeyin benden.)

Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ını Fitzgerald’ın İngilizce çevirisinden okumam o günlerde (Mayıs 1972) olmalı. Çünkü yaz gelince edebi okumaların hepsi bir yana bırakıldı, Sartre’ın L’être et le Néant’ını Türkçeye çevirmek gibi deli saçması bir işe girişildi. İki üç ay boyunca adadaki evin arka terasında, komşu Semih Bey’in opera plakları eşliğinde o işle uğraştım. Ağustosta bir gün “yeter lan” deyip hepsini çöpe attım.

Semih Bey Hürriyet’te gazeteciydi, ayrıca çok sayıda detektif romanı çevirmişti. Soyadı Türker’di galiba. Ressam İhap Hulusi’nin üst kat kiracısıydı. 1976 veya 77 olmalı, Bodrum’da vefat etti.

*
Demek ki neymiş? “Okumaya nereden başlayım hocam” diye sormayacakmışsın. Ne bulursan oku. Mümkünse kendi önyargılarına ve içinde yaşadığın mahallenin hazırlop kalıplarına en uzak konuları seç. Ne bileyim, Çin Budizminin tarihini oku, Sri Lanka’nın flora ve faunasını oku, Kuantum teorisinin kurucularının hayat hikâyesini oku. Önünde kapılar açılır. O kapılardan geçebildiğini gördükçe cesaretin gelir, önceden tahayyül bile edemediğin başka kapıları zorlamaya başlarsın.

*
Nereden geldi aklına bunlar diye soracak olursan, dün İris’le internette seyredecek film ararken, 14. Louis’nin Ölümü diye bir şeye denk geldik. Ben oradaki olayları ay, gün, isim, künye okuyarak anlattıkça kızım usanç getirip “ya babiş neden bilir bir insan bunları” diye sordu. O vesileyle anlattım.

Biraz sıkıcı film gerçi, ama Hollywood klişeleri dışında bir şey arıyorsan iyi gelebilir. İktidar, yaşlılık, ölüm ve gücün acze dönüşmesine dair bir deneme. Atatürk’ün son günlerini, Abdülhamit’i, hatta biraz şimdikini anımsattı bana. ( https://www.filmlinc.org/films/the-death-of-louis-xiv/ .... yesmovies.com 'da İngilizce altyazılısı var.)

Tuesday, October 24, 2017

Dillere dair bir not

Kime sorarsan sor, “dil iletişim aracıdır” diyecektir. Oysa bu, işin yarısı. Öbür yarısını mesela Tevrat yazarı gayet net kavramış, dil konusunu ilk önce Babil Kulesi ile birlikte anmış. Allah insanlara dili niye verdi? Birbirleriyle konuşamasınlar diye verdi.

Anadilin senin yakın çevrendeki insanlarla anlaşma aracındır. Aynı zamanda, insanlar aleminin yüzde doksan dokuz küsuruyla anlaşamama aracındır. Meksika kedileri Çin kedileriyle iyi kötü anlaşırlar, ama Meksika insanları Çin insanlarıyla anlaşamazlar, çünkü arada dil engeli vardır. Dilin bu ikili işlevini anlamadan dilin yapısı ve evrimi hakkında doğru dürüst bir fikir edinemezsin, Wittgenstein Abi gibi bir sürü boş laf arasında dolanır durursun. 

Düşün mesela, Türkçedeki ses uyumu gibi, dili ufakken öğrenenlerin dünyanın en doğal şeyiymiş gibi benimsediği, ama 20-25 yaşından sonra öğrenenlerin hayat boyu asla alışamadıkları bir sistem niye var? Almancada neden isimler dişi, erkek ve nötr, ve neden her birinin artikeli ayrı telden çalar? Swahili dilinde neden 18 isim kategorisi var ve her biri ayrı tip çoğul yapar? Tek maksat iletişim olsa böyle olur muydu? Asıl amaç yabancıyı dışlamak (ya da kolayca teşhis etmek) olmasın sakın?

Her dil, olağanüstü karmaşık ve çok katmanlı bir kodlar sistemi barındırır. Misal: ip ipi, sap sapı, çöp çöpü, ama kap kabı. İstersen kusursuza yakın konuş, bunda hata yaptın mı dili bilmediğine hükmedilir. Kalın k’yı damağın fazla arkasından söylersen cahil olduğun ya da Adanalı olduğun anlaşılır, ama fazla önden söylersen bu sefer TRT özentisi monşer olmakla suçlanabilirsin. Havalı kızlar şu kelimeyi öyle değil böyle söyler, söylemeyene çok pis gülerler. (Her zaman öyleymiş: Catullus, carmen 83, /k/ yerine /kh/ diyen Suriye valisini atası köle diye aşağılar: chommoda dicebat, si quando commoda uellet.)

Bu yüzden Esperanto gibi “rasyonel” bir yapay dil oluşturma çabaları her zaman hüsranla sonuçlanmıştır. Bu yüzden doğal diller sürekli olarak değişir/evrilir, çünkü o dili konuşan her sosyal grup, sürekli olarak, taklidi zor birtakım dil kodları ve alt-kodları oluşturmakla meşguldür. Bu yüzden bir emperyal dil kazara dünyaya hakim olsa bile, o dilin lehçeleri ve şubeleri kısa zamanda apayrı diller gibi birbirinden ayrışacaktır.

(31 Ekim ilave)
Yazıya itiraz eden okurlardan birkaçı dile teleolojik bir işlev yüklemenin yanlış olduğunu, burada adeta komplo teorisi yapıldığını savundular. Bir yorumcu eleştiriyi şöyle dile getirdi:
Aynen genetikte olduğu gibi dilin evriminde de yeni bir dilden bahsedebilmek için çok küçük mutasyonların uzun zamanda birikmesi gerekiyor. Bu sürece iradeyi veya bir amacı yüklemek için ya bir üst akıla (Türkçenin dışlayıcı tanrısına?) ya da mikro düzeydeki mutasyonların sorumlularının bunu yaparken en azından bilinçaltlarında bu amaca yöneldiklerine inanmak gerekirdi.

Bu görüşe hak verdim. Evet, mikro düzeydeki mutasyonların sorumlularının daima dışlayıcı (ya da topluluk-oluşturucu diyelim) bir psikoloji ile hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Düşün: Bir insan neden egzotik (recherché) kelimeler kullanır? Neden birtakım ekstra-rafine dil kurallarını öğrenmeye can atar? Neden aksanını belli normlara uydurmaya gayret eder? Hemen her zaman "bizden olanlar bunu anlar, öbürleri zaten yaramaz" mantığı bir düzeyde aktiftir. Sanırım dil evriminin asıl motoru da bu psikolojik güdü olmalı. 

"Dışlamak" deyince sanki kötü bir şeymiş gibi duruyor. "Community formation" desen herkes tasvip eder. Aynı şey halbuki. Birilerini dışlamadan birilerini içleyemezsin.



Thursday, October 19, 2017

Akıl oyunları

Andaç Menemen cezaevinde olduğum bir yıl boyunca hiç aksatmadan her hafta beni ziyaret etti. Felsefeden, tarihten, siyasetten ve güneşin altındaki diğer konulardan sohbet ettik. Zeki bir insan olduğu ve leb demeden leblebiyi çıkarabildiği için bana iyi geldi.
Görüşmeyeli o sohbetleri özlemiş, topa belki girerim diye bana pas vermiş.

*
Soru 1-Merakın ve bilme isteğinin kaynağı nedir? Bir güdüyle mi yoksa iradi bir tercihle mi "bilmek" için çaba harcarız?
Soru 2-Her türlü gündelik ve pratik kaygıdan uzak, hiçbir! fayda gözetmeksizin aşkın bir "bilme" isteği/faaliyeti var mıdır?

İki soru aynı değil mi?
Kaynağını bilmem, ama bilgi ve hakikat arayışının olağanüstü ZEVKLİ bir uğraş olduğu muhakkak. Keşif büyüsü: baş döndürücü bir duygu. Belki de ben’in zindanını aşma arzusu. Her çağda ve her toplumda belirdiğine göre, insan psikolojisinde derin kökü olmalı.
Nietzsche iktidar hırsıdır diyor, haklı olabilir. İnsanoğlu son derece radikal bir anlamda sosyal varlıktır. Duygularını ancak dille ifade edebilir, dil ise başka insanlarla iletişim (ve etkileşim) demektir. Senin bilgiden aldığın zevk, fiilen veya zımnen başkalarına iletilebildiği ölçüde vardır. O iletişimden ayrı düşünülemez. Ama böyle olması bir şey değiştirir mi? Sanmam. Zevk var mı, var. Bitti.
Bilginin pratik faydası ikincildir. Paranın veya devletin kölesi olmuş toplumlarda, karşılıksız bilim aşkını meşrulaştırmak ya da mazur göstermek için uydurulmuş bir bahanedir daha ziyade. “Evladımız Jüpiter’i keşfetti ama mazur görün hakim bey, bundan da para kazanacak.” Ne sefil bir kılıf!

3-Düşünceler tarihi ilerlemeci bir mekanik mi barındırır, yoksa bir etkileşime açık olmakla birlikte "özgün düşünceler tarihi" mi demeliyiz?
“Bilgi birikir mi” demek istemiş galiba yazar. Evet birikir. Doğa bilimlerinde kesin birikir, teknoloji bunun kanıtıdır. İnsan organizasyonunun gitgide kompleksleşmesi ve çapının genişlemesi anlamında, sosyal bilimlerde de birikir. O genişleyen ağ içinde birbiriyle haberleşen insanların sayısının ve kalitesinin artması sebebiyle, edebi ve simgesel alanlarda da (galiba) birikir.

4-Rasyonel düşüncenin tarihi nerede başlar? İyonya ise, Mezopotamya ve Mısır birikiminin etkisi nedir? Doğuysa neden?
Rasyonel düşüncenin tarihi insanla başlar: “oku şuradan atsam geyiği vurur”. AYNI ZAMANDA, sosyal birliğin ve dayanışmanın gereği olan simgesel anlatımlar, sürekli olarak rasyonel düşünceyi baltalar: “hazretin okuyup üflediği oku atsam daha iyi vurur”. Zaman zaman simgesel anlatım, rasyonel düşünceyi boğacak ölçüde hakim olur. Bir süre sonra birileri “e yeter artık” deyip rönesans ve reform yaparlar. Öyle öyle devam eder.
Antik çağın şafağında İyonya’da gerçekleşen şey son derece etkileyici bir rasyonelleşme hamlesidir. Ayırıcı özelliği sanırım doğa olaylarını açıklamak için, ilk kez, ya da ilk kez geniş ölçekte, a) yazıdan, b) matematikten yararlanması. Neden Mısır değil de İyonya? Çünkü siyasi otorite zayıf, ya da parçalı. Siyasi otoritenin zayıf olduğu bir yerde, insanlar birbirini ancak akıl (ya da safsata, ya da münazara) yoluyla ikna edebilir. Elinde sopan yoksa akıllı olmak zorundasın.

5-Tarihin belirli bir kesiminde belirli bir uygarlığın rasyonel düşünme yöntemini geliştirebilmesinin sebepleri nelerdir? Neden diğerleri değil de onlar?
Antik Yunan’ı, İtalyan Rönesansını, İngiliz-Fransız Aydınlanmasını al ele. Üçünde de geleneksel dini-siyasi otorite zayıflamış. Üçünde de alttan, son derece zengin ve özgüveni tam, buna karşılık siyasi otoriteye sahip olmayan veya otoritesi parçalı bir zümre türemiş. Akıl silahını onlar bilemişler. Mesela Osmanlı’nın son demlerinde gayrimüslimlerin, özellikle Ermenilerin bir akıl patlaması yaşamasının nedeni de böyle bir şey olmalı. Ama hep böyle midir, illa böyle midir, bilmiyorum. Düşünmedim.


Osman Kavala

Osman Kavala 1974-1984 arası, yani on sekizimden yirmi sekize dek, en yakın arkadaşımdı. Commodore 64’ü Türkiye’ye getiren Teleteknik firmasını beraber kurduk. Sonra “arkadaşla iş yapılmaz” düsturu gereğince aramıza (kara olmasa da) gri kedi girdi. Halâ görüşürüz. Zorda olduğum zamanlar gözünü kırpmadan yardımıma koşmuştur.

Orijinal ve zor bir adamdır. Gençliğinde, benden çok daha radikal bir şekilde devrimciydi. Türkiye’nin en büyük iş imparatorluklarından birinin başına geçtikten sonra da solculuğunu ve devrimciliğini korudu. 1983’ten bu yana Türkiye’de akıl ve özgürlük yolunda yapılmış olan her güzel işin (ve bir sürü saçma işin) arkasında, açık veya kapalı, mutlaka Osman Kavala’nın imzası vardır. İletişim Yayınları. Yeni Gündem dergisi. BirGün gazetesi. TESEV. Anadolu Kültür. Daha bildiğim ve bilmediğim neler neler.

Bir süreden beri gözaltına alınmayı bekliyordu. Almışlar. Şaşacak bir şey yok, çünkü memleketi yöneten köpeklerin temsil ettiği her şeyin taban tabana zıddı olan bir insandır. Onu almayıp da kimi alacaklar?

Niyetleri belli. Ülkede aklı, kültürü, özgürlük sevgisini, evrenselliği temsil eden hiç kimseyi yaşatmamaya kararlı görünüyorlar. Kaçırtabildiklerini kaçırtacaklar, gerisini günü geldiğinde 1915 muamelesine tabi tutacaklar. Dünyanın başına bela olacak kanlı ve vahşi bir diktatörlük adım adım kuruldu, kuruluyor.

Osman er veya geç çıkacaktır. Umarım er olur, geç olmaz. Çıktığında umarım rotayı Almanya’ya kırmaz. Burada daha yapacak çok işimiz var.

Sevan Nişanyan, Osman Kavala - 1974 yazı

Wednesday, October 18, 2017

Göçebelik değildir mesele, devlettir

Bildiğin terane: Atalarımız göçebeydi o yüzden... bina yapamıyoruz/sokağa çöp atıyoruz/kırmızıda durmuyoruz/Kezban’ı dövüyoruz vs. vs.
Yok öyle bir şey. Bir kere atan göçebe filan değildi. Yüzde elliden epey fazlası Rum ya da Ermeniden dönmeydi. Kalanın büyük kısmı da Rum diyarı İslam eline düşünce “fırsat kapısı açıldı” deyip buraya akın eden şehirli Acem ve Araptı. İkincisi, tarihe (gören gözle) baktığında olayların hiç o yöne işaret etmediğini görürsün. Güzel bina yapmayı öğrenemedikleri için böyle olmamış. Biliyorlarmış pekalâ, unutmuşlar. Unutmalarının sebebi kötü yönetim ve memleketin canına okuyan kötü bir devlettir.
Anadolu’nun tarihinde, 1945’te başlayan bu son dalgadan önce iki büyük şehirleşme dalgası gözüne çarpar. İlki İskender fethinden hemen sonra, MÖ 300’de başlayıp Roma imparatorluğunun ilk yüzyılına kadar süren dalgadır. İkincisi Türklerin gelişinden hemen sonra başlayıp galiba 1500’lerin başına kadar süren dalgadır. Anadolu’da kent ve kasaba namına bugün ne varsa, ezici çoğunluğu bu iki dönemde kurulmuştur. İmar ve umran adına ciddi ve kalıcı ne yapılmışsa, onlar da bu iki dönemin eseridir. (İstisnaları biliyorum, açıklayabilirim istersen.)
13. ve 14. yy’lar Anadolu’da (ve genelde İslam aleminde) şehirliliğin ve şehir kültürünün zirve yaptığı bir çağdır. Bu konuda en önemli kaynak İbn Battuta seyahatnamesi, 1330-40’lar. Beni çok etkileyen iki başka eser 1430 küsur tarihli Kâbusname çevirisi, ve yine aynı tarihlere ait Ferec ba’deş-şidde adlı (Türkçe) macera öyküleri derlemesi. Anadolu’ya ilişkin olmasa da Saadi’nin Gülistan ile Bostan’ını (1250-80) bunlara ekle. Mevlana’yı da unutma, aynı yılların mahsulü. Bunların anlattığı, olağanüstü “şehirli” (sivil) ve olağanüstü kozmopolit bir dünyadır. Son derece rafine bir elit kültürü, tüm anlatıların ortak konusunu teşkil eder. İnsanlar ticaretle uğraşır, dünyada eşi görülmemiş sanat eserleri yaratmak için yarışırlar, ünlü alimlerin sohbetinden istifade etmek için dünyanın öbür ucuna seyahat ederler, iyi şairleri servet ve devletle ödüllendirirler, şaşırtıcı hızla sınıf değiştirirler, dinmez bir macera aşkıyla Mağrip’ten Şiraz’a, Mısır’dan Hindistan’a seyahat ederler, her gittikleri yerde aynı kültürü paylaşan ve aynı elit dillerini (Arapça ve Farsça) konuşan bir üst sınıfla tanışır ve kolayca kaynaşırlar. Kadınlar Boccaccio’nun karakterlerine taş çıkartacak derecede hırslı, entrikacı ve seks düşkünüdür. Köylüler yoktur, ya da komedi unsuru olarak marjdadır. (Buna karşılık köleler çokça vardır, talihin umulmadık oyunlarına gebedirler.) Temel karakterler çağdaş Avrupa’nınkiyle aynıdır: gezgin tüccar, gezgin medrese/üniversite talebesi, gezgin derviş/keşiş, gezgin gazi/şövalye.
Anadolu’nun en az yüz kent ve kasabasında o devirde inşa edilmiş bini aşkın cami, medrese, köprü, han, hamam, kale, kervansaray, imaret, bimarhane biliyorum; çoğunu gördüm. Hepsi de kale alınır eserlerdir, Sultanbeyli’nin gecekondu apartmanlarına hiç benzemezler. Sırf bizim kıytırık Selçuk’ta o devirden kalan altı mı yedi mi hamam var. Dıştan bakınca harabe yığını dersin, dikkatle okursan nefes kesecek ölçüde özgüvenli ve uçarı sanatkâr elini fark edersin.
İşin enteresanı o ki, o devirde (1071-1450) Bizans’ın elinde olan Batı Anadolu’da bunların hiç biri yok. Tek bir tane yeni kasaba türememiş. Var olanlarda, belki İznik ve Trabzon hariç, akılda kalıcı bir tek kamu binası yapılmamış. Köhne Bizans, sanki sönmüş, tükenmiş, mukadder akıbetini beklemiş. [En en son yıllarında, Kariye kilisesinde, Mistra’da, Girit’te, Selanik’te biraz silkinir gibi olmuş ama, geçmiş ola.]
Apaçık olan bir şey var. Anadolu’nun 1071 ile 1450 arası İslamlaşması, bir şehirleşme hadisesidir. E hani göçebe kültürüydü?
*
Anadolu’ya Türkler göçebe olarak gelmediler, asker ve yönetici olarak geldiler. Onların “açtığı” kapıdan (fetih Arapça “açmak” demek), çoğu son derece şehirli olan bir İslam kalabalığı memlekete doldu. Yerlilerden yeterince şanslı veya yeterince fırsatçı olanlar onlara katıldı. Türkmen ve Oğuz aşiretlerinin o akıntıya kapılıp ülkeye gelmesi 13. yy başlarında olmuş görünüyor. Ülkedeki Müslüman çoğunluk tarafından sosyal felaket olarak algılanmış bir olaydır; 13. yy sonlarında ülkede siyasi düzenin bir süre çökmesine yol açmıştır. Bugüne dek çok fazla asimile edilebildiğini sanmıyorum. Halen Akdeniz ve İç Ege’de “Yörük” ve “Türkmen” adıyla ayrı varlığını sürdüren bir unsurdur. Üstelik – hayret edersin – mesela Laz müteahhitlere ya da Bodrum’lu Beyaz Türklere oranla, bir hayli terbiyeli bir toplumdur. Köylerine bakarsan hiç de öyle “vay göçebe dölleri” dedirtecek yerler değildir.
21. yy başında ülkede “kentli” kültürü neden bu kadar zayıf diye soruyorsan cevabı başka yerde arayacaksın benim fikrimce. Sor mesela: devlet dediğin şeyin ülkenin başına çöreklenmiş berbat bir çapulcu çetesi olduğu bir diyarda kim neden toprağa ya da binaya yatırım yapsın? Neden maddi çevresini ıslah etmeyi dert edinsin? Tapunun beş para etmediği bir düzende neden evine kişiliğinin damgasını vurmaya çalışsın, ya da kırk kuşak sonra insanların hayran olacağı eserler tasarlasın? İki kuşakta bir müktesebatı olan herkesi biçmenin adet olduğu bir toplumda neden çocuğuna – hap yap para kap sanatı öğrenmek, ya da “iş idaresi” dışında – doğru dürüst bir eğitim vermek istesin?
Göçebelik değildir işin püf noktası. Zulümdür. Kötü yönetimdir. Türk devletidir.

Tuesday, October 17, 2017

Tanrılar yok ama tanrıçalar olabilir

Antik Çağın şafağında, on iki İyonya şehir devletinden Efes ile Samos epey didişmişler. Samos’un denizlerdeki hakimiyeti, Efes’in (komşu Miletos’un aksine) Akdeniz’e serbestçe açılmasını önlemiş muhtemelen. Kültürel alanda da rekabet kıyasıya sürmüş. MÖ 550 yılından az önce Samoslular, tanrıça Hera’nın doğum yeri olan İmbrasios ırmağının denize kavuştuğu yerde Antik Çağın mermerden ilk anıtsal tapınağını inşa etmeye girişmişler. Efes durur mu? MÖ 550 dolayında, tanrıça Artemis’in doğum yeri olan Kenkhrios ırmağının denize kavuştuğu yere mermerden görkemli bir Artemis tapınağının temelini atmışlar.
Hera
Efes’teki tapınak sonradan Antik dünyanın yedi harikasından biri sayılmıştır. Büyük kısmı Londra’daki British Museum’dadır. Kırık dökük tek sütunu Selçuk Kalesinin altında, merhum Amazon Restoranın önündeki düzlükte durur. Samos’takinin kırık dökük tek sütunu da havaalanının ardındaki hayıtlıklarda turist kafilelerini bekler. Tapınağın arkasındaki tepelerde 200-300 metreye kadar çıkarsan Kuşadası’nı görürsün. Arkadan Efes’in tepeleri de kışın görünür mü bilmiyorum.
*
Şirince’nin adının sırrına 2010’da yer adları üzerinde çalışırken uyanmıştım. Bir şeyler yazdım da galiba ama şimdi bulamıyorum.
Milattan sonra 17 yılında yazan Strabon, Geographiká 14.1’de Efes yakınındaki Kenkhrios ırmağından söz eder. Bu ırmağın kenarında, denizden “bir miktar” yüksekte, Ortygia adlı muhteşem bir koruluk vardır. O korulukta tanrıça Leto (“Hanımefendi”) ikiz çocukları Artemis ve Apollon’u doğurmuş, doğumdan sonra Kenkhrios ırmağında yıkanmıştır. Korunun ardındaki Solmissós dağında koruyucu ve kollayıcı Kuretes’ler, anneyi ve dölünü kıskanç tanrıça Hera’dan korumak için nöbet tutmuştur. Sonradan burada Artemis onuruna tapınaklar yapılmış ve dünyaca ünlü heykeltıraşlar tarafından donatılmıştır. Ancak Strabon’un metninden, burada kast edilenin Efes’in meşhur Artemis tapınağı mı yoksa başka tapınaklar mı olduğu anlaşılmaz.
Modern tarihçiler Kenkhrios ırmağının yeri konusunda muğlaktır. Şu anda araştırıp hatırlamaya üşendiğim birileri, Strabon’un anlatımındaki bir belirsizlikten yola çıkarak, Kenkhrios’un Kuşadası yakınındaki Arvalya deresi olduğuna hükmetmişler. Bu “bilgi” yinelendikçe kesin olgu niteliğini kazanmış. Oysa doğru olamaz. Tanrıçanın kutsal doğum yeri Arvalya’da ise, dünyaca ünlü ibadethanesini neden sekiz kilometre öteye, Şirince ırmağının (Antik çağda) denize kavuştuğu noktaya kursunlar? Mantığı yok.
Nitekim Yunanlıların Anadolu Macerası yıllarında da birileri böyle düşünmüş.  Şirince’nin arkasında, Suyun Anası dediğimiz yerin sırtındaki dağın Solmissós Dağı olduğuna karar vermişler. 1921 yılında o zamanki adı Kirkince yahut Çirkince olan köyün adını da Solmissós olarak değiştirmişler. İşgal dönemi İzmir Askeri Valiliğince yayınlanan resmi haritada mevcut.
Köyün eski adı Kırkınca değil, her zaman kef harfiyle ve ince diziyle Kirkince, anlamı olmayan bir Türkçe isim. Düşünüyorsun: Kenkhrios Türkçede olsa olsa Kenkir yahut Kinkir olur. Yer adlarına her zaman eklenen küçültmece +ce ekiyle Kinkirce. Acaba?
Kirkince köyü 1790’larda kurulmuştur, daha önce yerleşim yokmuş. Acaba derenin adını köyden değil de köyün adını dereden mi aldılar?
*
Pagondas köyü, 16 Ekim 2017
Samos’a geldiğim ilk gün tesadüfen yolum Pagondas köyüne düştü. Güzel bir köy; harikulade bir köy meydanı ve son derece kafadar, eski komünist esnafı var. Türkiyeli, siyasi yüreği doğru yerde bir genç çift de burada ev almış, yerleşmeyi tasarlıyorlarmış. İlk başta belli bir iz bırakmadı, “güzelmiş” deyip geçtim. Sonra yavaş yavaş beynimin bir yerinde orası kıpraşmaya başladı. Tekrar gittim. Tekrar tekrar gittim. Her seferinde biraz daha aşık oldum. Bir sürü satılık ev var: “Sana buradan bir ev ayarlayalım” dediler. Beşinci gidişte harikulade bir eski konak gösterdiler; kırk seneden beri boş, üç otuz paraya satılık. Ustaları topladım, makul fiyata onarılabileceği görüldü. Ufak meydanın etrafındaki beş on evi de birkaç kişi birleşip alsak, bir cemaat alanı oluştursak, aşağı meydandaki harap büyük taş binayı da derslik yapsak gibi fikirler kafamda cirit atmaya başladı. Can çıkar huy çıkmaz.
*
Pagondas cennet gibi bir küçük vadiye yamaçtan bakıyor. Aşağısı baştan aşağı bağlık, zeytinlik, incirlik, narenciyelik: dünyada olabilecek en güzel yerlerden biri herhalde. Daha aşağısı, derenin düze indiği yerler hayıtlık ve sazlık. Hera tapınağının tek duran kolonu orada. Deniz köyden 6 km, havaalanı 8 km.
Önceki gün birden ayılıp sordum, bu derenin adı ne diye. İmbrasios deresiymiş. Tanrıça Hera buradaki hayıtların arasında doğmuş. Anası Rhea, yavrularını yiyen (pedofaj) babası Kronos’tan kızını sakınmak için burada nöbet tutmuş.
*
Sami tanrılarıyla işimiz olmaz, ama Antik Yunan tanrıları gerçekten varlar sanırım.

Sunday, October 8, 2017

Cumhuriyet'in yayınlamadığı röp

Üç hafta önce Cumhuriyet gazetesinden bir arkadaşa verdim bu röportajı. Yayınlamayacaklarından emindim. Nitekim yayınlamadılar.
Cum - Firarınız çok konuşuldu... Firar etmeye nasıl karar verdiniz? Kaçış hikayenizi anlatır mısınız?
SN - Hapisteki ikinci yılımın sonlarına doğru, 2015’te firar ihtimali ağır basmaya başlamıştı. 21 Aralık 2015’te izinli çıktığımda İstanbul’da büyük bir doğum günü partisi verdim. Niyetim ertesi günü yürümekti. Olmadı. Kışın olmaz dedik, arkadaşlar “biraz daha dişini sık hükümet bu işi çözecek” diyerek avuttular, erteledik. Birkaç hafta sonra yukarıdan gelen bir emirle kapalı cezaevine gönderildim, 14 ay başımı zindandan dışarı çıkaramadım. Disiplin cezam bitip yeniden açığa geçince hiç tereddütsüz düğmeye bastım.
Kaçış hikâyemi anlatmayayım isterseniz. Absürt bir süreçti, ne kadar beceriksiz ve şapşal olduğum ortaya çıksın istemem.
Cum - Firari özgürlük günleriniz nasıl geçiyor? Neler yapıyorsunuz?
SN - Samos yani Sisam adasındayım. Burası şahane bir yer, sakin, huzurlu, medeni ve olağanüstü güzel. Etrafa bakıyorum, beşeri ve mimari tek bir tane çirkinlik göremiyorum. TC şartlarına alışık biri için müthiş bir lüks bu. Bir arkadaşımın ufacık köy evine yerleştim, bütün gün harıl harıl kitaplarıma çalışıyorum. Akşamları mahallenin tavernasında komşularla iki kadeh çipuro içiyorum. Dağ yürüyüşü yapıyorum, göbeğim çatlayıncaya kadar bisiklet sürüyorum. Ufak ufak projeler de şekillenmeye başladı. Baharda bir dilbilim konferansımız olacak, bir iki mimarla konuştum ufaktan restorasyon işlerine de girişeceğim yakında.
Cum - Türkiye’ye bir gün geri dönebilme umudunuz var mı?
SN - Gönül zevzektir, umar.
Cum - Türkiye’de bir kesim, ‘başımıza ne geldiyse yetmez ama evetçiler yüzünden geldi’ diyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
SN - İdrak ve ahlak yokluğu diyorum. Türkiye’nin başına gelen felaketin asıl yaratıcısı “vatan-millet-bayrak” kisvesine bürünmüş, aşırı güçlü, çağdışı bir diktatoryal yapıydı. Şimdiki rejim o yapıyı kırmaya çalıştı, başaramadı, yüzüne gözüne bulaştırdı, eskisinden beter bir kaosa yol açtı. Bu olguyu bahane edip eski düzen savunuculuğu yapmak ya da eski düzenin muhaliflerini hedef göstermek en hafif tabiriyle aymazlıktır. Bir sonraki zorbalık dalgasına kılıf hazırlıyorlar şimdiden.
Kaldı ki, “yetmez ama evet”çilerin siyasi ağırlığı neydi? Elli bin oyları var mıydı sizce 2010 referandumunda?
Cum - Türkiye’deki aklı başında olan herkesin ya kaçtığını ya da kaçmaya yol aradığını yazmıştınız, bunun sonu nereye varacak ?
SN - TC devleti Türk toplumunu yiyip bitiren bir kanserdir. Bugün gelinen noktada toplumu makul ölçüler içinde yönetebilme kabiliyetini kaybetmiş görünüyor. Yakın gelecekte toparlanabileceğini sanmıyorum. Ameliyat lazımdır. Mesele bir şahıs meselesi değil bence, çok daha derin ve büyük bir problemin o vesileyle yüze yansımasıdır. Devlet çürümüştür. Sanırım bundan yüz yıl önce olduğundan daha beter çürümüştür. Nasıl gene ayağa kaldırılabilir hiçbir fikrim yok. Kaldırılması iyi midir, ondan da emin değilim.
Cum - İnsan hakları aktivisti avukat Eren Keskin kesinleşen hapis cezalarına karşı kaçmayacağını söyledi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
SN - Üç buçuk yıl yatsın sonra gene sorarız. (Yok, bu tabii şaka. Umarım Eren Hanım bir gün bile o çirkin çukura düşmez, insan hakları mücadelesine her zamanki gibi özgürce devam eder. )
Cum - Nasıl bir Türkiye'ye dönmek isterdiniz?
SN - Atatürkistlerle İslamistlerin müzelerde sevimli bir tuhaflık olarak teşhir edildiği bir Türkiye'ye.